19 Aralık 2013 Perşembe

Türkmakx TV 16 Aralık 2013 Her Şey Tadında programından kareler..Sunucu Jess Molho ile birlikte..



















Bilincin İzdüşümünde Rüya Olgusu

 
Tarih: 11 Aralık 2013 | Yazar: Nimet Erenler Gülkökü | Kategori: Sayı: 99
Neden rüya görürüz ve gördüğümüz rüyalar ne anlama gelir?
Rüyalar, bilincimizle bağlantılı mıdır? Rüya bir boyut algılaması mıdır? Hayat uzun bir rüya mıdır?
salvador+dali
Hayat; duyular üzerinden algıladığımız, sezgisel olarak hissettiğimiz, doğum ile ölüm arasında geçirdiğimiz sürecin bütünüdür. Bu sürecin tamamı ise gerçek sandığımız uzun bir rüyadan ibarettir. Sadece gerçek ve sanalın iç içe geçtiği bu illüzyonlar evreninde, biz neredeysek gerçeğimiz de orası olmaktadır.
İç içe geçmiş matruşkalar misali
Bir dünya var burası, bir dünya var orası
3107919294_ac32a9fb48_b
Bir âlem var neresi?
Sen kimsin? Ben kimim? Biz neredeyiz?

Bir düşünce âleminde seninle,
Bir duygu âleminde benimle,
Bir akıl âleminde bizimle
Sen kimsin? Ben kimim? Biz neredeyiz?

Bir bilincin izdüşümü,
Bir enerjinin yansıması,
Bir zihnin mucizesi
Sen kimsin? Ben kimim? Biz neredeyiz?
Her şey ve hiçbir şeyin birbiri ile olan ilişkisi misali; gerçekle sanalın iç içe geçtiği ve bütün sandığımız bir olgunun aslında başka bir bütüne ait olduğu gerçekliğini görme bilinci. İşte bu olgunun matruşkalar üzerinden anlatımı ne kadar da düşündürücü!
Tıpkı sanal sandığımız rüya ile gerçek sandığımız uyanıklık arasında yaşadığımız sanallıkta olduğu gibi!
Rüya, bizimle iç içe olan ve bilincimizin derinliklerinden bilinç dışımızı kapsayan ancak birbirinden farklı olanı yaşatan boyutlardan biridir.

Rüyalar bizim zihinsel gerçekliğimizin sanal yansımalarıdır. Ancak aynı zamanda bu sanal âlem bizim kaçamadığımız gerçeklerimizdir. Onu hatırlamayarak reddetmek, kendi gerçekliğimizle yüzleşmeyi reddetmekle aynı anlamdadır.
Rüyalar Duygu Dünyamızın Yansımalarıdır.
Rüyalar, ruhun iyeleşmesine olanak sağlayan doğal bir kaynaktır. Bu kaynağın kapatılmasına müsaade etmeyerek canlı tutmak, ruhun kendisini yenilemesine olanak sağlayacaktır. Yatağa başımızı koyduğumuz an iç dünyamızla baş başa olabileceğimiz bir zaman boyutuna uzanırız. Bu boyutun desteğiyle dışarıya karşı sakladığımız gerçekliğimiz tüm çıplaklığı ile bize görünürken, çözümler için bizden yardım ister. Ta ki, biz onu çözümleyip düzenleyinceye dek!
Şayet onu anlayıp çözümleyebilirsek,  enerji akışı tazelenerek akış rahatlayacak ve rüyanın içeriği gelişerek değişecektir.

Rüyalar; geleceğe yönelik olayları, geçmişe dönük anıları, fantazyaları, doğaüstü olayları, telepatik vizyonları, haber alma ve haber verme eylemlerini gerçekleştirdiğimiz zihinsel bir algı boyutudur.

Rüyalar Bizim Gerçeğimizdir!

Bilincimiz hangi aşamada ise rüyalarımız da o düzeyde tezahür etmektedir.  Bilinçaltı rüyaları en sık rastlanan ve en çok görünen rüya türüdür. Ve iyileşmeye ihtiyaç duyulan rüyalar arasındadır.
Şuur kanalıyla gördüğümüz rüyalar ise daha az görülen rüyalar arasındadır. Bu tür rüyalar metafizik âlemlerin algılanmasına ve oradaki bilginin şuur üzerinden bilince taşınmasına, en önemlisi de bu dünya ile öte dünya arasında bağ kurmamıza yardımcı olan rüyalardır. Aslında bu tür rüyalar rüya olmanın biraz ötesinde vizyona bürünmüş, yalnızca hisler üzerinden “AN”laşılan, kelimeye indirirken değer kaybeden rüyalar arasındadır. Bu rüyaların kendi içinde en belirgin özelliği, enerjisinin dünyasal hiçbir coşku ya da mutluluk tarifine sığmamasıdır.
Senoi halkı mutluluklarını rüyalara borçluymuş!

“Antropolog ve psikologlar 1930’lu yıllarda keşfedilen ve Malezya’nın dağlık bölgesinde yaşayan Senoi halkı üzerinde bir araştırma gerçekleştirmişlerdir. Bu topluluk yiyecek-içeceklerini paylaşan, sağlıklı, mutlu ve huzur içinde yaşayanlarıyla dikkat çekmiştir. Topluluk üzerinde yapılan incelemeler sonucunda mutluluklarını Lüsid rüyalara borçlu oldukları ortaya çıkmıştır.
Senoi halkı, sergiledikleri bu huzur ve dinginliği “Lüsid rüya ustaları”na bağlamaktadırlar. Lüsid rüya eğitimi daha çocukluklarında başlamaktadır. Çocuklar konuşmayı öğrenir öğrenmez, aileleri onlara rüyalarını anlatmalarını ve denetlemelerini öğretmektedir. Örneğin, yırtıcı hayvanlar veya ürkütücü canavarlar tarafından saldırıya uğrayan çocuklara uyandıklarında tekrar uykuya dalarak, kendisine saldıranlara onların da ölesiye saldırmaları telkin edilir. Böylelikle düşmanı yenme, cesaret ve gücü öğrenmeleri sağlanmaktadır. Senoi halkı, çocuklarına, aynı zamanda güçlükler karşısında yılmamayı, yaşamın sorunları karşısında küçülmemeyi ve korkulacak tek şeyin korkunun kendisi olduğu öğretisini aşılamayı amaçlamaktadır. Bunlarla birlikte Senoiler’in uyguladığı rüya tekniğinde tatmin duygusuna, zevklerin (uçmak, güzellikleri seyretmek vs.) olabildiğince yoğun bir biçimde deneylenmesine de yer verdikleri görülmüştür.”*
Rüyalar ve rüya bilinci üzerine enine, boyuna ve derinlemesine konuşulacak çok şey bulunmaktadır.

Konuya yönelik yaptığım uzun çalışmalar ve araştırmalarım sonucunda elde ettiğim geniş bilgiyi sentezleyerek “Bilinçteki Sıçramalar” adlı eserde derledim. Ayrıca bu eserde; arketiplerin bilincimiz ve rüyalarla olan ilişkisine değinirken bir bölümünde de gerçek rüya ve bu rüyaların analitik çözüm örneklerini yer vererek kendi rüyalarınızı anlamaya yardımcı olmayı amaçladım.
Faydalı olmasını dilerken bu eseri siz değerli okuyucularla paylaşmaktan mutluluk duymaktayım.
Bir sonraki ay buluşmak dileğiyle..
*”Bilinçteki Sıçramalar”  Nimet Erenler Gülkökü/CBN Yayınları

20 Eylül 2013 Cuma

Yoksa “Ölüm” Varoluşun Bir Başka Hâli midir?

2
Tarih: 19 Eylül 2013 | Yazar: Nimet Erenler Gülkökü | Kategori: Sayı: 96
Ölüm, maddenin hükmünün sona erdiği bir haldir. Canlılığın, bize göre (!) cansızlığa geçişidir.
Bir kişi bu dünyada bir misafir olduğunu ve gerçek geliş amacının bilincini oluşturabilirse, bu süreçler onun yapması gerekenler için doğru hareket etmesine olanak sağlar. Çünkü geride bıraktıkları sadece yaşama kattıklarıdır. Kendisi için söyletebildikleri ruhsal şuuruna katabildiği gerçekliğidir.
how-to-astral-project
Her nefis ölümü tadacaktır.
Ölüm bir son mudur,  yoksa sonun bir başlangıcı mıdır? Bu sorunun cevabı nereden baktığımıza bağlıdır.
Duyuların penceresinden bakılırsa bir yitimdir,  bir sondur.
Akıl yolu ile bakıldığında bir süreçtir.
Duygu yönüyle bakıldığında, bir vuslattır.
Evrensel bakılırsa bir döngüdür.
Ölüm, maddenin hükmünün sona erdiği bir haldir. Canlılığın, bize göre (!) cansızlığa geçişidir.

Ölüm; ruh ve bedenin ayrışması sonucu, maddenin ve ruhun ait oldukları yere dönmeleri anlamındadır. Maddesel ve süptil olan bu ayrışma bir son olmasa gerek. Şayet evren yasaları birbiriyle ilişkili devam ediyorsa ve her şey bir nedensellik prensibiyle işliyorsa; ölüm bir hâlden diğer bir hâle geçişin “oluşum halidir”.
Anladığımız şekildeki ölüm, her ne kadar bir son gibi görünse de; toprağa karışan ve ölen(!) kişiden geriye kalan beden toprakta yeniden hayat bulmaktadır. Gövdesi ile toprağa bağlı her canlı tüm elementer yapısıyla geldiği yere, toprağa dönmektedir. Ve orada yeni oluşumlar ve dönüşümlerle yaşam bulmaktadır. Öz, töz ve cevheri ne ise onu koruyarak ayrışmaktadır.
Ölüler diyarı, öte âlem, öteki dünya, ruhlar salonu, ahiret, spatyum gibi terimler ve kavramlar,  süptil enerjinin yaşam bulduğu boyutları işaret etmektedir. Yine de ölülerin ikametgâhı şurasıdır demek bizi zorlamaktadır.
Ölen bir kişi şayet bir daha bedenlenirse, aynı beden üzerinden gelmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü evrende teklik yasası işlemektedir. Teklik yasası ile benzerlik durumu karıştırılmamalıdır. O halde ölüm dediğimiz şey; sadece “o hâle” ait olan tekliğin sona ermesi anlamına gelebilir mi?
Ölüm, düşsel bir yolculukta zihnin bir salını mı olabilir mi?

imagesCAQS253X
Belki de bin yıllardan beri  “Aşağısı nasılsa yukarısı öyledir.” ifadesi, hep bu ilişkiyi kurmak için söylenmiştir.
Şamanlar ölümü; ruhun “uçmak”a varması ve bir vuslat olarak tanımlamışlardır.
Ölenden geriye kalanlar ise yalnızca bıraktığı anılarıdır!
Mısır hyerogliflerinde, ölünün üzerinde bir kuş tasvir edilmektedir. Bu kuş ölenin ruhunun göklere çekileceğini ve ruhun ait olduğu yere gideceğini işaret etmektedir. Bu kuşun adı “ba”dır. Ba’nın iletişim gücü ölünün anımsadıklarından gelmektedir. Yaşantısının toplamıdır ve temsil ettiği kişinin her şeyini ayrıntılarıyla bilmektedir. Bu noktada “Ba” dünyasal bilincin ruhsal bilince taşınmasını işaret etmektedir.
Ölerek bu âlemden geldiği yere göç eden ruh, yaşamakta olan yakınlarının duyu merkezleri üzerinden dayanılmaz bir kayıp ve bir yok oluş olarak algılanır. Ölenin anıları canlandıkça, ona bir daha yakın olamayacağı gerçekliği acısını körüklemektedir. Artık bu acı giderek ölene değil, kendi kaybından kaynaklanan acıya dönüşmektedir. Onsuz geçireceği günlerine yanacaktır. Bu duyuların isyanından başka bir şey değildir. Ölene bu acıyı yansıtmak büyük bir sıkıntıdır. Oysa ölen için gereken şey, onu özgür bırakmak ve uğurlamaktır. Bu olayı yaşamımızda şu örnek üzerine açıklayalım: Bazen rüyada birine sesimizi duyurmak isteriz de bir türlü o sesi çıkaramaz, dolayısıyla duyuramayız. Sesi bir türlü duyuramamak bize tarifi zor bir sıkıntı yaşatır. En sonunda kan, ter içinde uyandığımızda bunun bir rüya olduğunu anlarız. Fakat uyansak da geçirdiğimiz bu süreç bizi son derece etkilemiş ve bu etki bir süreliğine de olsa devam etmektedir.
İşte ölen bir kişi için biz ne kadar ağlayıp isyan etsek de o, bizi duyacak ancak biz onu bir türlü duyamayacağız. Çünkü tıpkı rüyada olduğu gibi boyut farkı söz konusu olmaktadır. Onun sesini duyabilmemiz;  bizim frekansımızın onun frekansı ile aynı dalga modunda olma hâlinde mümkün olabilecektir.
athena_b
Baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesinde; ruhun ata babadan, oğul üzerinden silsile yoluyla devamlılığını sembolize eder. Bu döngüde ruh ölümsüzlüğünü kanıtlarken, yeni bedenlerde yaşam bulur ve tekâmülüne devam eder. Bize göre bakıldığında ise, o artık başkalaşmıştır.
Ruh dünyaya gelmeye karar verdiği gibi ölüm zamanına da karar verebilir. Ölüm bilinci yaşam içinde ne kadar anlaşılırsa, yaşamla orantılı olarak o derecede anlam bulur.
Örneğin; bir kişi bu dünyada bir misafir olduğunu ve gerçek geliş amacının bilincini oluşturabilirse, bu süreçler onun yapması gerekenler için doğru hareket etmesine olanak sağlar. Çünkü geride bıraktıkları sadece yaşama kattıklarıdır. Kendisi için söyletebildikleri ruhsal şuuruna katabildiği gerçekliğidir.
Hayat; doğup, büyüyüp, erginleşip, olgunlaşıp (üreyip), yaşlanarak ölmekle biten sürece verilen isimdir. Yaşam ise bu sürece katabildiğimiz anlamdır.
Her birimiz bu dünyada misafir olduğumuz gerçeği ile vakti geldiğinde gidecek birer yolcuyuz. Fâni olan bu dünyada ölümsüz olan ruhtur.

Ölümsüzlüğün sırrı belki de aslolan ruhu bilmekte saklıdır.

Bir sonraki ayda yeni bir başlıkta buluşmak dileğiyle…

7 Haziran 2013 Cuma

 
 
 

CBN Yayıncılık'ın yazarı Nimet Erenler Gülkökü, 3 Haziran 2013 günü Seda Sayan'ın  sunduğu "Seda Sultan" programına konuk oldu. Gezi olayları ,toplum bilinci, liderlik, direniş, tekamül ve ayurveda üzerine önemli açıklamaların yer aldığı programı kaçıranlar için.. 


20 Mart 2013 Çarşamba


Araştırmacı Yazar Nimet Erenler Gülkökü ile yeni kitabı İNSANLIĞIN APOCRYPHA’SI adlı eseri üzerine bir söyleşi..
TANRIYI TANIMAK İÇİN BİR ADIM DAHA ATMAK
Kadîm bir öğreti olan okültizm, doğa ve evren yasalarını kavrama bilgisini içerir. Pekiyi, tek Tanrı’lı dinlerin ortaya çıkmasının sebebi neydi?
Belirgin olarak Nuh ile başlatılan, İbrahim ile devam ettirilen ve günümüze dek gelen tek Tanrı kavramı, gerçekte insan bilincine katkı sağlayabildi mi? Yoksa bir tümdengelim yanılsamasına mı sebep oldu? Oysa bir bütünü kavramak, ancak parçaları bir araya getirmekle mümkün olabilecektir.
Pekiyi, bu tek Tanrı ve tanrılar kimdi? Şayet bir Yaratıcı’dan bahsediliyor ise onu kim bilebilir? O’na ancak yolculuk yapılabilir. Bu da kavrayışla mümkündür. O halde, Yaratıcı’yı ve Tanrı’yı ayırdetmek, ancak farkındalıkla mümkün olacaktır.
 
Araştırmacı Yazar Nimet Erenler Gülkökü’nü kısaca tanıyacak olursak;
 
Nimet Erenler Gülkökü 1965 Tunceli doğumludur. İlgili olduğu alan Ezoterizm'dir. Bu yoldaki birikimlerini bir eğitmen olarak aktarmakta ve öğretirken öğrenen, öğrenirken öğreten biri olarak yolculuğuna devam etmektedir.
2002 yılında "Bir Zen Ustası"yla karşılaşması, onun yaşam döngüsünün en önemli olgusu olmuştur. İlk kitabı olan "Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı" 2010 yılında; ikinci kitabı "İnsanlığın Apocrypha'sı" ise  Eylül 2012’de  yayınlanmıştır. Yazar bütün bu çalışmaların yanında, "Ezoterizm'de Rüyalar ve Boyutlar" adlı üçüncü kitabı üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.

Nimet Hanım, yeni kitabınız olan “İnsanlığın Apocrypha’sı” isimli eseriniz Eylül 2012’de kitabevlerinin raflarında yerini aldı ve ben de okuma fırsatı buldum. Kitabınızın, dinler tarihi üzerine bir inceleme olduğunu görmekteyiz, neden dinler?

 Sorunuz için teşekkürler. Dinler tarihi ve bunların izleri, insanlığın yaşamı üzerinde eksik çarpık, yanlış doğru her türlü olumlu olumsuz izleri taşımakta ve insan hayatını etkileyen çok önemli bir husustur. Biz farkında olsak da olmasak da seçimlerimizi bu etkilerin izleriyle yapmaktayız. Çünkü bu etkiler kolektif alt hafızamıza işlemiş durumdadır. Tarih, çok uzun bir süreçtir. Şayet bu tarihî süreçler hakkında yeterli bilgi donanımına sahip değilsek; neyi doğru, neyi eksik, neyi yanlış yaptığımızı da bilemeyiz. İşte ben “İnsanlığın Apocrypha’sı” adlı bu ikinci kitabımda dinleri, kaynağından yani kutsal kabul edilen metinlerden faydalanarak kaleme aldım. Tabii ki, yalnızca bu kaynaklarla sınırlı kalmayarak; Mitoloji, Teoloji, Arkeoloji, Sembol Dili, Tarih, Bilim ve en önemlisi de ezoterik çalışmalarımın bir sentezi doğrultusunda gerçekleştirdim. Aslında yola, dinler tarihi üzerine bir kitap yazmak için çıkmadım, ancak yolculuğum ve edindiğim birikim beni bu noktaya taşıdı.

Dinler tarihini kaynağından incelediğinizi ifade ettiniz; pekiyi, siz bu incelemelerinizde nereye vardınız?

Tarihin, süreç sürtünmesiyle deforme olduğunu, özünden uzaklaştırıldığını, mazrufun zarfa büründüğünü, maneviyatın maddeleştirildiğini, dolayısıyla kavrayışın pek çok noktada düşürüldüğünü söyleyebilirim.

Bir örnek verebilir misiniz?

Elbette. Mesela kurban ve sünnet geleneğinde; bize anlatılanlarla kutsal metinlerde yazılanlar karşılaştırıldığında bizim bildiğimiz gibi olmadığını gösteriyor. Zaten kitabın adını Apocrypha koymak istememizin nedeni de buradan kaynaklanmaktadır.

Apocrypha kelimesini biraz açabilir misiniz?

Apocrypha kelimesi Grekçe’den gelmektedir. Bu kelimenin ortaya çıkmasının asıl nedeni; milat öncesindeki yıllarda bazı kutsal metinlerin halktan uzaklaştırılarak gizlenmesiyle ilişkilidir. Birçok metinde yer alan önemli bilgilerin halktan gizlenmesi güçlü yöneticiler açısından gerekli(!) görülmüştür. Böylece dönemin kralları, din adamları ve yöneticilerinin otoriteleri sorgulanamayacak ve istediklerini istedikleri gibi yazma ve yönetme gücünü ellerinde tutabileceklerdir. İşte “Apocrypha” üstü örtülmüş, kapatılmış ve gizlenmiş anlamını buradan almaktadır. Bilgiyi ortadan kaldırmanın bir başka önemli tarihsel gerçekliği ise; İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması ve beraberinde karanlık bir  çağa büyük bir adım atılmasıdır. Kendi döneminin bilgilerini içeren çok önemli bazı tomarlar Ölü Deniz kıyılarındaki mağaralarda gömülerek saklanmıştır. Bir çobanın tesadüfen keşfetmesiyle, yakın geçmişte yapılan Arkeolojik kazılar sayesinde, bu tomarlar ortaya çıkarılmıştır. Onlarca mağarada bulunan bu yazıtlar; İngiltere, Fransa ve İsrail müzelerinde sergilenmiş ve tarihi eser olarak koruma altına alınmıştır. İşte Arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan kağıt-deri tomarlar, tabletler ve tarihî kalıntılar ve bunların deşifrasyonu, dinler tarihini anlamaya büyük katkı sağlamıştır.

Anlıyorum.. Nimet Hanım ilk kitabınız “Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı” ile ikinci kitabınız olan “İnsanlığın Apocrypha’sı” nın bağlantısı var mı? Var ise nasıl bir bağlantı kurdunuz?

 Kur’an, gerçekten içinde çok kadîm bir bilgi taşımaktadır. İlk kitabımda kozmik ve evrensel bilgiyi içeren ayetlerin daha açık anlaşılmasını amaçlamıştım. Burada ezoterik öğrenimimin, ayetleri anlamamda ve anlatmamda büyük bir katkısı olmuştur.  İşte bu çalışmamın ardından Kur’an-ı Kerim’de geçen pek çok peygamberin ve tarihsel olayların kökenine doğru gitmek istediğimde de karşıma Yahudi Halkı’nın kutsal kitabı olan TORA yazmaları çıktı. Tora; Musa’ya, Sina Dağ’ında, Yahudiler’in Tanrısı tarafından verilen öğretiyi ve Mısır’dan çıkarılan Yahudi Halkı’nın kırk yıl süren çöl yaşamını anlatmaktadır. Tabii ki, Tora’da da yaratılışa dair çok önemli ipuçlarına da rastlamaktayız. Tıpkı Sümer tabletlerindeki yaratılış öyküsünde olduğu gibi… Yani şu Tanrılar Meclisi’nde alınan kararla insanın yaratılması anlatısı! Bu noktada, yazdığım iki kitabın tamamını aktarmam mümkün değil, ancak her iki kitabımdaki önemli noktaları ve bağlantıları açıklamaktayım. Mesela, Yahudi Halkı ile Müslüman Halkı’nın orijinde kardeş olduklarını gördüm. İşte bu nedenle her iki halkın da sünnet olmalarının nedeni burada yatmaktadır. Ve yine Tanrı’nın, dünyanın krallığını Yahudi Halkı’na neden verdiğini ve Müslümanlarla yüzyıllardır süregelen bu husumetin nedenini de Tora metinlerinde görebilmekteyiz.

 Arka kapak yazısı,  kitabın ana fikrini çok iyi özetlemekte. Özellikle Tanrı ve Yaratıcı ayrımına dikkat çekmektesiniz, bu ayrımı yapabilmenin bilinçlere katkı sağlayacağını vurgulamaktasınız. Nedir bu? Tanrı ve Yaratıcı ayrı mı?

Evet, kitabımın arka kapağında; tanrıların da bizim gibi etten ve kemikten olduğunu, onların da tıpkı bizler gibi öfkelendiklerini, intikam aldıklarını, dilediklerini ödüllendirip dilediklerini cezalandırdıklarını görmekteyiz. Mitolojideki tanrılar da böyle anlatılmıyor mu? O zaman biz kime tapınıyoruz? Bir Tanrı’ya tapmak ile Yaratıcı bilinci birbirinden ayrı şeylerdir. Bu ayrımı yapabilecek kavrayışa ulaşabilirsek o zaman gerçek yolculuğumuza doğru yol alabiliriz. Elbette bu tanrıları da yabana atmamak gerekir. Tanrılar, bilimde ve teknolojide bizi yönetecek kadar ileri düzeydedirler. Ve en önemlisi onlar; insana, yaptıkları genetik müdahaleyle birdenbire Homo Sapiens Sapiens’e sıçrama yaptıran tanrılardır. Bilgili ve bilgedirler. İşte zamanla tanrılar da aralarında giderek farklılaşma göstermiş ve bunun içindir ki, tek Tanrı düşüncesine rağmen dinlerin tanrısı farklılaşmıştır. Sonuçta yeter ki biz onlara giderken Yaratıcı’ya gittiğimiz yanılgısına düşmeyelim. Benim ısrarla dikkat çekmek istediğim nokta burasıdır. Yaratıcı’ya dönmek ve bu dünyadaki sınavlarımızı vermek, tekâmül sürecimizin gereğidir. Ancak, tekâmül bir kavrayıştır. Kavrayış bilgiyle olur, teslimiyetle değil.

Kavrayış, bilgiyle olur dediniz. Bu bilgi nasıl olmalı ve nerelerden faydalanmalıyız?

Önce şartlanmalardan ve şekilden sıyrılmakla başlayabiliriz. Şahsen benim için bir insanın Müslüman veya Yahudi ya da Hıristiyan yahut başka bir inanca mensup olması hiç mi hiç önemli değildir. Benim için anlamlı olan İnsân’dır ve ruhta var olan Yaratıcı’ya ait olan bilgidir. Bu bilgi yine Yaratıcı’nın yansıması olan doğada ve evrendedir. Her yerde ve her şeyin içindedir. Yeter ki bilgiyle o perdeyi aralayabilelim. İşte ancak o zaman TEK’lik ile BÜTÜN’lük arasındaki farkı kavrayabiliriz.

Kitaplarınızdaki konulara dair bir hedef kitleniz var mıdır?

 
Bir kere bu iki kitabın altyapısı çok uzun yılları kapsamaktadır. Bu araştırmalarımın içinde okumak istediğim, fakat göze almaya pek cesaret edemediğim beş ciltlik Tora yazması vardı. Gerçekten de bu beş cildi okumak için bir neden arıyorsunuz. Bunun için ya araştırmacı ya da din adamıysanız göze alabiliyorsunuz. Ben bir araştırmacı yazar olarak her gün sekiz ila on saat okumayı göze alarak yaklaşık iki yıl üzerinde titizlikle çalışarak, okuyucuya zamanı tasarruf ettirdiğimi düşünüyorum. Bu anlamda “İnsanlığın Apocrypha’sı” adlı eser, diğer araştırmacılar için kaynakça niteliğindedir. Çünkü kitap tarihsel bütünlükle beraber, yalın anlatımıyla her kesimden okuyucuyu sürükleyebilmektedir. Bana göre bir yazarın sadeliği onun bilincindeki netlikten kaynaklanmaktadır. Zira ne kadar iyi anlamışsa o kadar net anlatabilecektir.

Kitabımda belirttiğim gibi, kendi yorumumu saklı tutarken, okuyucuya da düşünme serbestliği sunmaya özen gösterdim. Her şeye rağmen bir taraf soruluyorsa cevabım; bilginin kendisidir.
Bu röportaj derKi Spiritüel dergisinde 13 Kasım 2012 de yayınlanmıştır.