6 Temmuz 2015 Pazartesi

Popüler kültür galip geldi...smile ifade simgesi Her ne kadar kitabımın içinde yer alan bilinç ve bilinçaltı konularına değinemesekte rüya bilincinin ne kadar önemli olduğuna dikkat çektiğimizi umut ediyorum..
‪#‎bilinçtekisıçramalar‬ ‪#‎kitap‬
— sevgi dolu hissediyor.

4 Temmuz 2015 Cumartesi



Rüyaya Bakarak Gerçeği Gerçeğe Bakarak Rüyayı İlişkilendirebilmek

5
Tarih: 15 Mart 2014 | Yazar: Bayram Sarı | Kategori: Deneme  Sayı: 102
‘Rüyadan uyandığımızda, bir rüya olduğunun farkına varıp gerçeğe dönüyorsak; ruhun bedeni terk ettiği anda da ölüm gerçeğe dönüşüp yaşam sanallaşmış oluyor! Bir başka deyişle, artık öte aleme geçiş yapan ruh için bu dünya bir rüya, geçtiği öte alem gerçeği oluyor!’
Bilinçteki Sıçramalar - Nimet Erenler Gülkökü

Bilinçteki Sıçramalar

İnsan bilincini; akıl, bilgi, irade, düşünce, algılama, idrak, ilişkilendirme, kavrama ve anlam yetisini, işleyişi orantısına göre geliştiğinin tespitini yapan Yazar Nimet Erenler Gülkökü’ nün son kitabı ‘ Bilinçteki Sıçramalar’ varlığımızı sürdürme üzerine kurulmuş içgüdülerimizi ve beynimizin kavrayışlarının sınırlarını zorlayarak; insanlık tarihi kadar eski kolektif alt hafızamıza kazınmış arketipler ile bilmenin kapılarını okuyucusuna aralamaktadır.
‘ Belki de ölümsüzlüğün sırrı zaman boyutunu kavramada yatmaktadır. Soyut ve somut arasında geçişi sağlayan zaman, sonlu sonsuzun içinde bir boyuttur.’ ( Bilinçteki Sıçramalar- s: 212)
Bilinçteki Sıçramalar kitabını okuduktan sonra, salt zihnimi kurcalayan soruların yanıtlarını merak ettiğimden yazar ile yapılan bu söyleşi ortaya çıkmıştır. Kitap bittiğinde, rüyalarımızın yorumlarının tek boyutluluktan daha çok anlam ifade ettiğinin idrakine varabiliyoruz. Zira, kitabın 250. sayfasında yıllarca ne anlama geldiğini çözemediğim bir rüyamı, yazar farklı bakış açısı ile yorumlayarak, bilmenin ve görmenin farklı bir boyut olduğunu da bana göstermiştir.
Yazar Nimet Erenler Gülkökü, Kur’ an- ı Kerim’ in Apocryphası isimli kitabında da bilinen ve bilinmeyen gerçeklik üzerine değinmiştir: ‘ Bilineni gerçeklik olarak kabul edersek, bilinmeyen sanal gerçekliğimizdir. Kısacası biri diğeridir, iç içedir ve bir bütündür. Parçalayarak bakmak yerine, birbirinden ayırmadan ve farklı boyutlar arasındaki bağlantıyı ilişkilendirerek, gerçek ve sanal diye bir ayrımın aslında olmadığını da görmek mümkün olacaktır.’ s: 107.
‘ Rüyadan uyandığımızda, bir rüya olduğunun farkına varıp gerçeğe dönüyorsak; ruhun bedeni terk ettiği anda da ölüm gerçeğe dönüşüp yaşam sanallaşmış oluyor! Bir başka deyişle, artık öte aleme geçiş yapan ruh için bu dünya bir rüya, geçtiği öte alem gerçeği olmuştur.’ s: 105
Yazarın dediği gibi: ‘ Rüyalar bize, aşağı dünyadan ve yukarı dünyadan mesaj getirirler.’ Tek sorun. bu mesajları alabilecek sıçramaları bilincimizde yapıp yapmadığımızdır.
Röportaj: Bayram Sarı 
Biliçteki Sıçramalar’ı, yaşamı oluşturan matruşkaların sonuncusuna varmak için geçen bir süreç ya da özgürleşme yolunda bir rehber olarak mı algılayıp, okumalıyız?
Matruşkaları kim icat etmişse öyle bir şeyi anlatmış ki, gerçekten adeta boyut kavrayışının bir göstergesi olmuş. Matruşkaların en küçüğü dahi bu yolun bittiğini göstermiyor. Çünkü madde; madde olanın ötesinde ‘ kuantum’ parçacığı denilen en küçük birimden ötesine geçen bir başkalaşım içerir. Tıpkı solucan delikleri gibi! Ancak ‘ Gidebileceğimiz yer bizimdir.’ şartında; ötesi konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Bunu bilebilmek için bizim de madde ötesine geçmemiz gerekir ki, bu da bedenle mümkün değildir. Yalnızca zihin üzerinden kavrayışımız kadar anlayabilmekteyiz.
Geleceğe dönük olayları, geçmişe dönük anıları, körüklenen fantazileri, doğaüstü olayları, telepatik vizyonları, haber alma ve haber verme eylemlerini gerçekleştirdiğimiz zihinsel bir boyut olarak tanımlıyorsunuz rüyaları; kişiliğin, yüzeydeki toplumsal işbirliğine yatkın bölümü ile biliçaltına itilen dünyasal çatışmalar sonucu sanal da olsa gerçekliğe kavuşmuş hali olarak da tanımlamamız olası mıdır rüya boyutunu? Mutluluki hangi boyutun baskın olması sonucunda gelecektir?
Rüyalar sanal zannettiğimiz gerçekliğimizdir. Bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır. İç dünyamızda neler olup bittiğini anlayabilmemiz için, bize haber getiren postacılardır. Ruhsal iyileşmemiz bu kanalın açık olmasıyla mümkün olabilmektedir. Yeter ki, onları önemseyelim. Rüyalarına yabancı biri kendisine de yabancılaşacaktır. Kendisine yabancılaşmış kişi, ne kendini ne de başkasını anlayamayacaktır. İşte bu yabancılaşma noktasında bahsettiğiniz sanallık kaçınılmaz olabilir. Aslında sanal- gerçek ve gerçek- sanal iç içedir. Neresinden bakarsanız orası sizin gerçekliğinizidir! Oysa, gerçek ve sanal iç içe olan kavrayışın farklı bir halidir. Buna ulaşmak için, parçalamadan bakmak bir gerçeklik oluşturmaktadır.
Bilinçteki Sıçramalar- Nimet Erenler Gülkökü
Bilinçaltımız bizi; dinlediğimiz müzikten, izlediğimiz filme kadar, edindiğimiz arkadaşlarımızdan çevre ilişkisine ve gelenek göreneklerden oluşan inanç şekline kadar şekillendirmektedir. İşte bu noktada bize ait olmayan edinimlerin sanallığının bizi yönetmesine müsade edersek, iç sesler çatışmaya başlar. Ve o zaman istesek de istemesek de iç sesimizin kakofonisi ( bozuk sesler çıkararak) bizi negatif duyguların içine sürükler. Negatif negatifi tetikleyeceği için yaşam bize hep olumsuz akmaya başlar. Bu durumu yaşamamak için bilincimizin anlama ve kavrama yetisini işletebilirsek; bu negatif duygu ve düşünceler peşimizi tek tek bırakmaya başlar ve olumlu açılımlar yaşamamıza şekil vererek içsel dünyamızın ve yaratıcı yeteneğimizin ortaya çıkmasına olanak sağlar.
İçgüdülerin doyuma ulaşamamasından kaynaklı, bedende biriken enerjinin toplumsal tabulardan veya görenekten kaynaklı korkulardan dolayı yaşanılan kaosun yarattığı görüntülere bir anlam yüklemek ve yorumlamak ne kadar gerçekçi olacaktır? Bu bağlamda nesne ile özne arasında bağı kurmakta olan beden, kendi doyumsuzluğunun bedensel kodundan ve maddesel düzleminden sorumlu olabilir mi?
İçgüdüler bizim dünyasal yaşam kodlarımızdır. Yani nesneye aittir. Ruhun elde ettiği bilgiler ise özneye aittir. Korkular, bedenin yaşama tutunmasından kaynaklanan bir özgüven eksikliği ve yok olma kaygısından kaynaklanmaktadır.
Oysa özneye ait olan ruhun bu gibi korkuları yoktur. Ancak, ruhun bu bilgiyi kendi sahasında olmamasından kaynaklı, nesneye aktarması zorlaşmaktadır.
Bunu şu benzetmeyle açıklayacak olursak: Eğer bir kapalı kaba bir şey ilave etmek istiyorsanız, önce o şeyin kapağını açmanız ya da en azından aralamanız gerekecektir ki, aktarma gerçekleşebilsin. İşte, madde beden kendi bilgisiyle bu kapağı aralayamadığı için ruhta var olan bilgi nesneye aktarılamıyor. Ancak bazı ruhların tekamül seviyelerindeki gelişmişlik düzeyi, bu sesin gücünü arttıracağı için, sesi mutlaka duyurmanın yollarını deneyecek ve kapağı aralamayı başaracaktır.
Kişi kendisini rüyalarında nasıl şuurlu bir hale getirebilir? Dünyevi rüya sırasında uyanabilmek için, reel sandığımız ve içinde bulunduğumuz yaşamı rüya olarak kabullenmek mi gerekiyor?
Sorunuzu sondan cevaplarsam, ‘ Kabullenmek’ demeyelim de ona ‘ Anlamak’ diyelim. Belki de biz, yaşam dediğimiz uzun bir rüyanın içindeyiz. Nasıl ki, rüyadan uyandığımızda rüyada olduğumuzu anlıyorsak, ölüm geldiğinde ve uyandığımız boyutta da bu dünya bizim için bir rüya olacaktır. Tıpkı matruşkalar gibi!
Holografik düşünme yeteneğimizi geliştirmenin ve tek boyutluktan çıkıp, geçmişi- şimdiyi- geleceği aynı anda yaşamanın sırrı nedir; gerçeklik sandığımız dünyanın rüya olduğunu kabullenmek gerçekten gerekli mi?
Bunun sırrı, dünyadayken boyut kavrayışını oluşturacak zihin disiplinini olgunlaştırmakla mümkün olabilecektir. Bu da, kitabım da bahsettiğim gibi rüyada doğal olarak kullandığımız delta frekans modudur. Delta frekansına uyarlı bir zihin, Yaratıcı ile bağ kurabilecek ve farkındalığını arttırarak zihin modunu doğallaştıracaktır. Kişi bunu sadece rüyada değil günlük hayatında da iradeli bir şekilde kullanma deneyimine sahip olabilecektir. Tabii ki bu bir gün, bir ay, ya da bir yılda olmayacaktır. Bu uzun bir disiplin süreci ve taleple mümkündür. Buna inanmak güç olsa da mümkün olduğunu yaşayan biri olarak bu gerçekliğe pek çok anımla şahitlik ettiğimi akıl ve gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. İnsan Yaratıcı’ sının bir yansıması olarak bu mucizenin sahibidir. Sadece ne yapması gerektiği bilgisini hatırlayamama sıkıntısı içindedir. İşte bu noktada bilincimizin kapalı olması ruhsal şuur ile olan bağı koparacağı için mucize de bizden uzaklaşmaktadır.Bilinçteki Sıçramalar Nimet Erenler Gülkökü
Yaşadığımız dünya fenomeninin içinde, rüya ya da gerçek olmasının ötesinde; rüyaya bakarak gerçeği, gerçeğe bakarak rüyayı ilişkilendirebilmemiz de saklıdır. Yani asla birbirinden ayırarak değil birleştirerek bakmak gerektiği bilinciyle değerlendirmeye özen gösterdiğimizden emin olmalıyız.
Bilincimizin tekrara dayalı öğrendiği gerçeğinden hareketle, bireysel alt hafızamıza yerleşen olguların doğru veya yanlışlığını neye göre değerlendireceğiz? Rüyaların mutlak yanlışı, genetik kod hafızamıza ‘ Doğru Budur.’ diye işlemesi bir çelişki olmayacak mıdır?
Çok güzel bir soru Bayram Bey, teşekkürler. Bireysel alt hafızamız; doğduğumuz günden bulunduğumuz yaşa kadar yüklendiğimiz bilgilerin toplamıdır. Kolektif alt hafıza bilgileri ise atalarımızdan bize genetik kodlarla aktarılan bilgilerdir. Bu bilgilere arketipler denir. ” Bilinçteki Sıçramalar” adlı kitabımda bu bölüme genişçe yer verdim. Bu bölüm bireysel bilinçaltı kadar önemli bir detaydır. Bizi en derinden şekillendiren kısımdır. İşte bunlar; doğru ve yanlış olmakla birlikte his olarak ya da sezgisel olarak sinyal gönderir. Bu noktada bize düşen şey bu yanlışa bakarak doğruyu bulmaya, doğruya bakarak yanlışa sapmamayı tayin etme bilincini oluşturmaktır. Eğer bunu başarabilirsek; evrensel prensiplere uygun olarak dualite ilişkisinden kopmayarak hareket etme şansını oluştururuz ki, zaten evrende de doğru- yanlış diye bir şey yoktur. Yanlış dediğimiz şeyler hayatta elde ettiğimiz en büyük deneyimlerimizdir.
Geçmiş, şimdi ve gelecek ‘ An’ da bir araya getirildiğinde yaratıcı düşünceye gelişme ortamı sağlayacağınızı söylüyorsunuz; fakat toplumun bireye yüklediği ahlaksal düzenlemelerin oluşturduğu labirentten çıkmak için ‘ An’ a bir rehber gerekmiyor mu? Her çıkışın, bir çıkmaz olduğunu görmek rüya yorumlarında da kaçınılmaz değil midir?
Sorunuza yine sondan başlayarak cevap vereceğim: Rüyaların, bilen biri tarafından yorumlanması çok önemlidir. Çünkü rüyalar bilinçaltına attığımız sorunların ne olduğunu bütün çıplaklığıyla objektif bir şekilde anlatmaktadır. O nedenle rüyaların çözümlenmesi bir çelişki yaratmaz, tam tersine çelişki ve sorunlarımızla yüzleşmemize ve onları çözmemize yardımcı olur. Diğer sorunuzu ise şöyle cevaplayabilirim: Toplumun bize yüklediği ahlaksız düzlemler biraz ağır bir itham olabilir, o nedenle dikkatli yaklaşmakta fayda var. Toplum çok masum olmasa da bize bahşedilen bir akıl, sezgi ve irade söz konusudur. Eğer bu unsurları kullanmayıp kaderci bir mentalite ile yaklaşıp aidiyet eğilimi sergilersek başımıza gelenlere de razı olmamız gerekir. Çünkü biz, bize yapılanlara göz yummuş ve müsaade etmişizdir. İşte sizin bahsettiğiniz rehberler, bize yolu kısaltarak öğrenmemize aracılık ederler. Zira her şeyi ille de yaşayarak, acı çekerek, ağır bedeller ödeyerek öğrenmemiz gerekmemektedir.
Son olarak bir yazar sıfatıyla; öğrendiklerimi esirgemeden okuyucuyla anlaşılır bir dille paylaşmaktan dolayı sorumluluğumu yerine getirmiş olduğum düşüncesindeyim. Bu nedenle de kendimi çok iyi hissetmekteyim. Geriye kalan; okuyucunun bu kitapta yazılanlardan elde edeceği bilgileri var olan kendi bilgileriyle birlikte, kendi yaşamlarında ve kendi deneyimleriyle sentezlemesine kalmaktadır.
Bu kitabı yazmama vesile olan yaşama, okuyucusundan dağıtımcısına dek emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.
Ayrıce size de ‘ Bilinçteki Sıçramalar’ ı okuyarak oluşturduğunuz sorularınız için teşekkürler.
Bilinçteki Sıçramalar Nimet Erenler Gülkökü
Biyografi: Nimet Erenler Gülkökü
Nimet Erenler Gülkökü 1965 Tunceli doğumlu olup, Ocaklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Şaman gelenekleri olan babaannesi onun ilk eğitmenidir. Dünyaya geliş nedenini ve yaşamı hep sorgulamıştır.
Bu anlamda; ‘Yaşam aynı zamanda bir okuldur ve bu okulun diploması, yalnızca bırakılan izlerden ibarettir!’ diye tanımlamaktadır. O nedenle, öğrenimine devam etmektedir.
2002 yılında ‘Bir Zen Ustası’yla karşılaşması, bu öğreniminde oldukça önemlidir. Ne bildiğini bilen ‘Bir Zen Ustası’ ile birlikte halen müşterek çalışmalarına devam ederken; kendini bilme yolculuğunda öğrendiklerini öğretmek, öğretirken de öğrenmek suretiyle bilginin paylaşımına aracılık etmektedir. Bu birikimini özellikle kaleme aldığı makalelerinde, kitaplarında, sözlü aktarımlarında görmek mümkündür.
İlgili olduğu alanlar; ezoterizm, güzel sanatlar, edebiyat, felsefe, psikoloji, arkaik dönem tarihi, medeniyetler, sanat tarihi, sembolizm, teoloji ve mistisizmdir.
İlk kitabı ‘Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı’ 2010 tarihinde;
ikinci kitabı ‘İnsanlığın Apocrypha’sı’ 2012 tarihinde;
‘Ezoterizm’de Bilinç, Rüyalar ve Boyutlar’ üzerine olan üçüncü kitabı ‘Bilinçteki Sıçramalar’ ise Ocak 2014 tarihinde yayınlanmıştır.


22 Haziran 2015 Pazartesi


'Rüyaları önemseyin'

Araştırmacı bir yazar olan Nimet Erenler Gülkökü “Bilinçteki Sıçmalar” adlı üçüncü kitabında rüyaların önemin altını çizerek, rüyaların, zihinsel gerçekliğimizin yansımaları olduğunu, günlük yaşamımızda sergileyebildiğimiz ya da sergileyemediğimiz, farkında olduğumuz ya da olmadığımız hemen her “duyu kökenli duygu” ve “sezgi temelli duygunun”, zihindeki yansımaları olarak açıklıyor.


'Rüyaları önemseyin'

“RÜYALAR BİZE, AŞAĞI DÜNYADAN VE YUKARI DÜNYADAN MESAJ GETİRİRLER!”
Bilincimizin hangi aşamada olduğunu gösteren ve bize, bizden haber getiren en önemli rehberimizdir. Tabii, bir dili çözebilmek için o dili iyi bilmek gerekir. Bu nedenle hangi aşamada olduğumuzu görmezden gelsek de onlar bize nerede olduğumuzu tarafsızca anlatırlar. Rüyalar; geleceğe dönük olayları, geçmişe dönük anıları, körüklenen fantezileri, doğaüstü olayları, telepatik vizyonları, haber alma ve haber verme eylemlerini gerçekleştirdiğimiz zihinsel bir boyuttur. Ve duygularımızın düşünce üzerinden fotoğraflara dönüşmesidir.
Bilinç ile rüyalar arasında sıkı bir ilişki olduğunu belirten yazar Nimet Erenler Gülkökü bilinci, iç ve dış uyaranlar eşliğinde, olup biteni anlama, kavrama ve bilme yetisi olarak açıklıyor. “Bu yetinin her insanda bulunduğunu, ancak bu yetiyi kullanma biçimi yine kişinin kendi algı, idrak ve yeteneğiyle sınırlı olduğunu belirtiyor. Bilincin gelişiminde en önemli faktörlerden biri de çevre koşullarıdır. Her birey doğduğu aile yapısı, toplum, kültür, inançlar gibi bir takım dış faktörlerle şekil alır. Aslında insan bilinci doğrudan bu koşullardan olumlu ya da olumsuz etkilenmektedir.”


“İÇ DÜNYAMIZDA OLUP BİTEN HER ŞEYİ EN OBJEKTİF BİR BİÇİMDE BİZE GÖSTEREN RÜYALARIMIZDIR.”

Kaçtığımız, görmezden geldiğimiz hemen her şey hakkında bize bilgi taşıyan rüyalarımızdır. Rüyalarımız, bilinçaltına attığımız olguları, durumları, düşünceleri bize aynen iade eden bir aracı konumundadır. İşte bunlara bakarak, bilincimizin hangi düzeyde hareket ettiğini görmemiz mümkündür. Bu anlamda, rüyalar, bilincimizi yeniden yapılandırmamıza, düzenlememize olanak vermesi bakımından çok önemlidir. Bilinci bir bütün olarak ele alacak olursak, orada olup biten her şeyin gördüğümüz rüyalarla ne kadar ilişkili olduğunu fark edebiliriz. Mesela diyelim ki bir konu üzerine araştırmalar yapıyoruz. Ve birçok bilgi kaynağına ulaştık fakat bir türlü sonucu bağlayamıyoruz. Zihnimiz bu konuyla ilgili çözümleri bulma çabası içinde hareket ederken biz belki de günlük işlerimizle meşgulüz. Gece oldu ve uyuduk. Ama zihnimiz hala ulaşmak istediği sonuçla ilgilenmektedir. Çünkü bu komutu ona bir kere vermişizdir. O ne yapıp eder, gece gündüz çalışır ve başarmak ister. Burada altını çizmek istediğim şey; gece uykudayken zihin belli şartlanmaların dışına çıkar ve daha özgür düşünür. Dolayısıyla, siz bu sonuca gece rüyanızda ulaşabilirsiniz. Buna dair rüyanızı hatırlamasanız da bu bağlantı gün içinde herhangi bir şekilde size gelecektir. Bu konuda yaşanmış pek çok deneyim vardır. Bazı bilim adamlarının buluşlarını tam uykuya daldıklarında rüya yoluyla keşfettiklerini bilmekteyiz. Aslında, yaratıcı düşüncenin bir frekansı vardır. Düşüncenin, harmonik olduğu halde yaydığı bir türü vardır ki bu da delta frekansıdır. Uyku esnasında, rüyaların frekansı da deltadır. Şunun altını ısrarla çizmek gerekir ki burada bilincin düzeyi çok önemlidir. Çünkü bilme eylemi yoksa biliş gerçekleşmez. Yani bir şeyleri açığa çıkarmak için bilincimizin hareket etmesine ihtiyaç vardır. Ve kapıyı açacak anahtarlar bilginin kendisidir. Dolayısıyla gördüğümüz rüyaların içeriği bilincimizin bir yansımasıdır.


Rüya boyutu, bilincin derlediği dış verilerin içsel olanla irtibatının sağlıklı kurulmasının mekânıdır. Bir tür bekleme ve değerlendirme yeridir. Düşündüklerimizi, hissettiklerimizi bir kez daha düşünerek ve hissederek yapılandırmamıza olanak sağlayan bu boyut, aynı zamanda hayatımızı şekillendiren bir kaynaktır. Ruhun beslenebilmesi ve varlığını devam ettirmesi; sahip olduğu ruhsal bilgiyi beden üzerinden deneylemesi ve yine bu bilgileri biyolojik kodlara dönüştürmesi bu kaynağa bağlıdır. Yaratıcı ile oluşacak bağ bu kanal üzerinden gerçekleşir. Bu hem Ben’imizi, hem Kendimiz’i hem de Yaratıcı’yı tanıyacağımız doğal bir kaynaktır. Rüyaların en önemli yanı ise farkına varamadığımız düşünce dünyamızdaki karmaşayı kendine özgü bir dille anlatabiliyor olmasıdır. Bu durum, bizim kendimizi ve çevremizi anlayabilmemiz için çok önemli bir kaynaktır.

İLK ÇAĞLARDA RÜYALARIN GEÇMİŞ VE GELECEĞE AİT İŞARETLER VERDİĞİNE İNANILIRDI
Rüyalar, ilk çağlardan itibaren oldukça önemsenmiş ve hatta bu konuda uzmanlaşmış rüya yorumcularının olduğu bilinmektedir. Buna örnek olarak; İbrahim peygamberin soyundan gelen Yusuf’un hem kendi rüyalarını hem de Mısır Firavun’unun rüyalarını yorumladığını söyleyebiliriz. Özellikle geleceğe yönelik rüyaların doğru yorumlamış olması Yusuf’u bu konuda yetkin kılmıştır. Ülkemizde, Bergama’da bulunan Asklepios Tapınağında rüya yorumlarından sorumlu yetkin kimliklerden bahsedilir. Bu isimlerden en önemlisi Aristides’dir.

Yine eski kültürlerde rüyanın, geçmiş ve geleceğe ait işaretler verdiğine inanılırdı. Doğru bilginin; bu işaretlerin yorumlanmasıyla oluşacağı düşünülmekteydi.

RÜYALARIMIZA BAKARAK HAYATIMIZI DÜZENLEMEMİZ MÜMKÜNDÜR
Bir kişinin aynı ya da benzer rüyayı görüyor olması sıkça rastlanan bir durumdur. Şunu hemen söyleyebilirim ki bu tür rüyalar çözüm isteyen rüyalardır. Kişinin bilinçaltı sürekli o konuyu çözmek için gayret sarf etmektedir. Ve bu konudaki kararlılığını sürdürmektedir. Bu tür rüyalar, önemli rüyalar arasında yer almaktadır. Mesela gerçek yaşamdan bir örnek verecek olursam: Şu an elli yaşlarında olan bir tanıdığım yıllardır rüyalarında üniversiteye gittiğini görmektedir. Fakat rüyasında bir türlü hazırlanıp okuluna gidememektedir. Bu şekilde periyodik aralıklarla bu rüyayı gördüğünü anlatmaktadır. Yıllardır gördüğü bu rüya bu günlerde gerçeğe dönüşmüş ve üniversite öğrencisi olmuştur. Rüya sahibinin yaşam öyküsüyle bu rüya arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Yıllar önce üniversiteyi kazanmış olmasına rağmen ailesinin onu kız çocuğu olma sebebiyle göndermemesi yıllarca bu rüyayı görmesine neden olmuştur. Ama aynı zamanda rüya sahibinin yıllar sonra bu rüyanın üzerine giderek neden bu rüyayı hep gördüğünü sorgulamaya başlaması önemlidir. Yine bir gece rüyasında bir türlü gidemediği üniversiteye bu kez gittiğini görür. Ve o anda rüya sahibinin uyandığında rüyasını düşünürken aklına şu sorgulama gelir “acaba ben bu yaşımda üniversiteye gidemez miyim?” Hemen ardından konumunu, koşullarını, altyapısını gözden geçirir. Ve sonunda biraz motivasyon ve çabayla üniversiteye gidebileceğine karar verir. Gerçektende sınavlara hazırlanır ve tıpkı rüyasında gördüğü gibi üniversiteyi kazanır ve çok istediği bir bölümde eğitim fırsatı bulur. Bu rüyadan da anlaşıldığı gibi insanın bilinciyle rüyası iç içe geçmiştir. Rüya ve bilinç eşliğinde problem çözüme ulaşmış ve rüya gerçeğe dönüşmüştür. Bu kişinin bu rüyayı görmesine gerek kalmamıştır. Zaten bir daha da bu rüyayı görmemiştir. Dolayısıyla rüyalar bize geçmişi göstereceği gibi geleceği de gösterebilir.

RÜYALAR EĞİTİCİ VE ÖĞRETİCİDİR

Bu konuda Antropologların ve Psikologların yaptığı bir araştırmadan örnek vermek istiyorum; 1930’lu yıllarda keşfedilen ve tıpkı Avustralya yerlisi olan Aborjinler’e benzeyen Senoi halkı; siyah tenli, kısa boylu ve günümüz insanına göre “ilkel” olarak nitelendirilen bir topluluktur. Antropolog ve psikologların bu topluluk üzerinde yapmış olduğu incelemeler sonucunda mutluluklarının Lüsid rüyalara bağlı olduğu ortaya çıkmıştır. Senoi halkı, sergiledikleri bu huzur ve dinginliği “Lüsid rüya ustalarına” borçludurlar. Lüsid rüya eğitimi daha çocukluklarında başlamaktadır. Çocuklar konuşmayı öğrenir öğrenmez, aileleri onlara rüyalarını anlatmalarını ve denetlemelerini öğretmektedir. Örneğin, yırtıcı hayvanlar veya ürkütücü canavarlar tarafından saldırıya uğrayan çocuklara uyandıklarında; tekrar uykuya dalarak, kendisine saldıranlara onların da ölesiye saldırmaları telkin edilir. Böylelikle düşmanı yenme, cesaret ve gücü öğrenmeleri sağlanmaktadır. Senoi halkı, aynı zamanda çocuklarına; güçlükler karşısında yılmamayı, yaşamın sorunları karşısında küçülmemeyi ve korkulacak tek şeyin korkunun kendisi olduğu öğretisini aşılamayı amaçlamaktadır. Bunlarla birlikte Senoiler’in uyguladığı rüya tekniğinde, tatmin duygusuna, zevklerin (uçmak, güzellikleri seyretmek vs.) olabildiğince yoğun bir biçimde deneylenmesine de yer verdikleri görülmektedir.

EPİFİZ BEZİ VE RÜYA İLİŞKİSİ

 “Epifiz”, ruhun oturduğu yer! Salgıladığı kimyasallarla hem bedensel düzenlemeyi hem de metafizik âlemlere geçişi sağlamaktadır. Üçüncü göz olarak da bilinen bu merkez limbik sistemde yer almaktadır. Yani, beynimizin ana kumanda merkezindedir. Yukarı dünya ve aşağı dünya ile bağ kurmak için, oldukça önemlidir.

Sadece karanlıkta aktif olur, o nedenle gece; uyku, rüya ve bilinç ile yakından ilgilidir. Epifiz bezinin karanlıkta salgılanmasıyla rüyalar arasında ilişkinin önemine dikkat çekmek gerekirse; şayet gündüz olup biten olayların bilincindeysek gece aktif olan epifiz, bu kimyasalların da etkisiyle, farkındalığımız daha da güçlendirir. Bunun tersini düşünecek olursak; diyelim ki, düşüncelerimiz son derece karışık ve çoğu şeyin farkında değiliz. Gündüz yaşadığımız bu karışıklıklar, gece rüya aracılığıyla devam eder ve epifizden salgılanan bu kimyasalların etkisiyle güçlenerek bilincimize yerleşir. İşte bu oluşumlar ruhsal olarak beden üzerinde etkili olmaktadır.
Beden üzerindeki etkilerine bakacak olursak: Araştırmalara göre epifiz bezinin aktivasyonlarına önem verilirse; yaşlanma, kanser, bunama, stres ve hipertansiyona karşı fıtrî (doğal) bir korunma sağlanmaktadır. Melatonin, immün ve sinir sisteminin düzenlenmesinde rol almaktadır. Antioksidan, anti stres ve anti kanser hususiyetlerle donatılan bu moleküller, kişinin kuvvet ve enerjisini yeniden toplamasına, yaşlanmanın geciktirilmesine, Parkinson ve Alzheimer hastalıklarından korunmaya vesile olan hormonlardır.
Epifiz bir salgı bezi olarak birkaç hormon salgılamakla birlikte, en önemli salgısı melatonindir. Melatonin aynı zamanda büyüme hormonudur. Epifiz bezinin, uyku dışında, deniz seviyesinden yükseklere (dağlara) çıktıkça daha fazla hormon salgıladığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.  Epifizden melatonin, pinolin ve dimetiltriptamin (DMT) gibi hormonlar salgılanır.

RÜYALAR ÖNEMSENMELİDİR

Nimet Erenler Gülkökü, “Kendimizi daha iyi anlamak, duygularımızı dengelemek, sorunları çözmek için,mücadele gücünü artırmak, ruh ve beden ilişkisini kurabilmek, zihnimizde edindiğimiz bilgilerle yaratıcı düşünce arasında bağ kurmak, bilinçaltımızı düzenlemek, üzerimizde biriken negatif duyguları boşaltmak, delta frekansının gücünden faydalanarak gelişim göstermek, ölümden korkmamayı öğrenmek gibi birçok neden için rüyaların önemsenmesi gerektiğini vurguluyor. Bu konuya ilgi duyan okuyucularımız, yazarın “Bilinçteki Sıçramalar” adlı kitabımında detaylı bilgilere ulaşabilirler.
 Hürriyet Gazetesi/16 Haziran 2015

11 Nisan 2015 Cumartesi

ZAMANDA YOLCULUK MÜMKÜN MÜ?
Haber2e için Ebru Eğinlioğlu'un sorularını cevapladım..


Zamanda Yolculuk MümkünBilinç, şuur, ruh, beden yani spirtüalizm. Yıllarca insan bedenini kullanmaya başladıktan sonra varoluşun sırları içinde bir gizem olarak  kalmaya devam etti. Ünlü filozof Sokrates varoluşun bu gizemini; ‘’ Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir’’ sözü ile ifade etmiştir. 
Ama gerek dünya üzerinde var olmuş dinler ve felsefeler, insanın bu konudaki bitmez tükenmez açlığına, tamamen çare olamamıştır. İnsan hep merak etmeye devam etmiştir. Ve bu arayış belki de O’nu bulana kadar devam edecektir. Değerli dostum, spirtüalist, yazar sevgili Nimet Erenler Gülkökü ile kadim bilgilere ve onun süzgecinden süzülenlere dair keyifli bir sohbet yaptık. Beğenmeniz ümidi ile sevgilerimle....
1- Bilinci nasıl tanımlıyorsunuz, spiritüel yolculukta bilinç neden önemlidir? Yani bilinç olmadan spiritüel yolculuk olamaz mı?
Spiritüel yolculuğa bir tür ruhsal yolculuk da diyebiliriz. Evrensel bilince göre düşünürsek; özne ve nesne ilişkisinde, özneye ait olan bilginin evrene ait olanla etkileşime geçmesi ve gelişerek açığa çıkması gereken süreç olarak değerlendirebiliriz. Bu sürecin bütünü bir yolculuktur. Gerek madde, gerekse mana bir araya geldiklerinde başka bir anlama bürünürler. İçinde maddenin de mananın da olduğu başka bir kavrayış bilincine taşınırlar. Dolayısıyla bilinç olmadan spirütüel yolculuk sağlıklı ilerleyemez. Çünkü ruhsal olan ne kadar güçlü olursa olsun bunu bilince taşıyamazsak pek kıymeti olmaz. Onu değerli ve farkındalıklı kılan, bilince taşınabilmesidir.   




2- Bilinç ve şuur aynı şey mi? 
Bilinç; bizim dünyasal kodlarımıza ait, edindiğimiz tüm bilgilerin toplandığı büyük bir şifreler deposudur. DNA üzerinden milyonlarca yılda oluşan evrimsel kodlarımızdır. İçinde vücut fonksiyonlarımızı yerine getiren ve bizim devamlılığımızı sağlayan kodlar olmakla birlikte, duygularımızın ve düşüncelerimizin, deneyimlerimizin ve bilgilerimizin kodları da mevcuttur. Örneğin arketipler olarak adlandırılan atalarımıza ait kodlarımızın karakterimiz üzerinde önemli bir etkisi bulunmaktadır. Şuur ise bilince ruh veren ayrı bir unsurdur. Dolayısıyla bilinç ve şuur aynı şey değildir.


3-Ruh mu bedeni yönetir, beden mi ruhu? 
Bu çok kritik bir soru. İşin doğasında ruhun bedene hâkim olması ve yönetmesi gerekir. Ancak dünyadaki maddesel yoğunluk ruhsal yönü arka plana atabilmektedir. Hatta onu yok sayarak varlığını sadece maddi beden üzerinden açıklamak isteyebilmektedir. Genellikle bunlar, içgüdülerine bağlı olan insanlardır. Eğer yaşam sizin için yalnızca maddi varlığınızı sürdürmek ise kesinlikle maddi beden sizi yönetiyordur. Varlığınızın anlamını edindiğiniz mal mülkle ifade ediyorsanız bütün ediniminiz madde üzerinedir. O zaman onu kaybettiğiniz an sizin için her şey sona erecektir. Mesele; bir gün onları kaybettiğinizde, size neyin geriye kaldığı sorusuna verebilecek cevaplarınızın olmasıdır. Belki de en büyük en kalıcı yeteneğiniz; aklınız, bilginiz ve bunu işletme becerisiyle elde edeceğiniz marifetinizdir. İşte bu ruhun bedeni yönetmesinin sonucunda varabilecek bir yoldur. “Akıl ve sezgi” tandanslı düşünen insanlar veya “düşünmeyi düşünen” insanlarda ruhun bedeni yönetmesi daha kolay kendini belli etmektedir. Şayet, elinizdeki madde bir amaç değil de bir araç olarak size hizmet ediyorsa, düşünüyor ve varlığınızın anlamını sorguluyorsanız, sınırlar koymuyorsanız gerçek bir yolcusunuzdur. Bunun spirütüel yolculukla olan bağlantısına gelince: 
Bu konuda bir Zen Ustası der ki, “Yolcu, sadece gidebilmek için gidene denir.”  Maddesel dünya bilinci ile evrensel bilinci anlamak mümkün. Bunu yapabilmek hem çok kolay hem de çok zordur. Mesela bazı kelimeler çeşitli anlamlara bürünerek hayatımızın içinde yer alırlar. Ölüm, yaşam, sevgi, nefret, iyi, kötü vb. gibi. Bu kelimelere yüklenen anlamlardan yola çıkarak sorgulayabilirsek aslında hiç de söylendikleri gibi olmadığını görürüz. Yani sevgi insan için gösterildiği gibi çok da önemli değildir. Kötü, gösterildiği gibi çok da kötü değildir. Çünkü hayat bize en büyük dersleri kötü üzerinden gösterir ve biz bu tür öğrenimleri hiçbir zaman unutmayız. Verdiğim bu örneklerin ruh mu bedeni, beden mi ruhu yönetir sorunuzla bir alakası olmadığı düşünülebilir. Oysa bu beden ve ruh ile çok ilişkilidir. Çünkü kelimeler de maddeseldir. Onu süzgeçten geçiren, enine ve boyuna düşünerek boyut katan zihindir. Ve zihin ruha aittir. Dolayısıyla zihin, “evrensel zihinle” irtibattadır. Bir başka değişle Yaratıcı, ruhla irtibattadır. 




4- Zamanda yolculuk mümkün mü? 
Eğer zihnin önemi kavranabilmişse, beş duyu ve öteki duyu merkezlerimiz işletilerek açık kapılar haline getirilmişse, zamanda yolculuk yapmak mümkün. Bunun için yapmanız gereken şey zihinsel disipline ulaşmaktır. Bu disiplin zamanınızı ve yıllarınızı alabilir. Eğer yılmadan yola devam ederseniz mutlaka zamanda yolculuğun ne olduğu bilinecektir. 

5- Sipirütüel yolculuk bir tür aydınlanma ise, insan bu aydınlanmanın ışığında evrenin dilini okuyabilir mi?
Sürekli yeni şeyler öğrenen bilinç, bildikleriyle bilmediklerinin cevaplarını bulabilir.  Öğrendiğimiz her bilgi zihnimizde karanlık bölgelerin aydınlanarak görünür hale gelmesi demektir. Zihninizi karanlıkta bir ev olarak düşünün, her odanızın ışığını yaktığınızda ortalık aydınlanır. Bütün odalarınızın ışığını yaktığınızda da eviniz aydınlanır. Zihnimizi de böyle düşünebiliriz. Sizin de dediğiniz gibi evrenin dilini okuyabilmemiz için kendimizde var olanı kullanmalıyız. Bunları kapıyı açabilecek anahtarlar olarak düşünebiliriz. Diğer bir değişle şifreler de diyebiliriz. Bizde olanı keşfettikçe onda olanı keşfedebiliriz! Bizde olanla onda olanı okuyabiliriz. Tıpkı Hacı Bektaş Veli’nin  “Her ne ararsan kendinde ara.” ifadesindeki gibi. Bazen hiçbir şey yapmadan zihni delta frekansına uyarlayarak evrenden bize akışı sağlayabiliriz.  Ve bu bilgiler, posta kutunuza düşen mailler gibidir. Eğer dili biliyorsanız ve posta kutusuna girebiliyorsanız mutlaka okuyabilecek sinizdir.  (9 Ekim 2014)

Nimet Erenler Gülkökü Kimdir?
Nimet Erenler Gülkökü 1965 Nazimiye doğumlu olup, Ocaklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Şaman gelenekleri olan babaannesi onun ilk eğitmenidir. Dünyaya geliş nedenini ve yaşamı hep sorgulamıştır.

İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde okuyan Nimet Erenler Gülkökü; "Yaşam aynı zamanda bir okuldur ve bu okulun diploması, yalnızca bırakılan izlerden ibarettir!" diye tanımlamaktadır. O nedenle, öğrenimine devam etmektedir.2002 yılında "Bir Zen Ustası"yla karşılaşması, bu öğreniminde oldukça önemlidir. Ne bildiğini bilen "Bir Zen Ustası" ile birlikte halen müşterek çalışmalarına devam ederken; kendini bilme yolculuğunda öğrendiklerini öğretmek, öğretirken de öğrenmek suretiyle bilginin paylaşımına aracılık etmektedir. Bu birikimini özellikle kaleme aldığı makalelerinde, kitaplarında, sözlü aktarımlarında görmek mümkündür.İlgili olduğu alanlar; ezoterizm, güzel sanatlar, edebiyat, felsefe, psikoloji, arkaik dönem tarihi, medeniyetler, sanat tarihi, sembolizm, teoloji ve mistisizmdir.İlk kitabı "Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı" 2010 tarihinde;ikinci kitabı "İnsanlığın Apocrypha'sı" ise 2012 tarihinde;"Ezoterizm'de Bilinç, Rüyalar ve Boyutlar" üzerine üçüncü kitabı olan "BİLİNÇTEKİ SIÇRAMALAR" adlı eseri de 2013 tarihinde yayınlanmıştır.Yazarın makaleleri, yazılı ve görsel medyada yayınlanmakta ve aynı zamanda yazar; televizyon ve radyo programlarına da konuk olarak katılmaktadır.


4 Nisan 2015 Cumartesi

YAA! İŞTE BÖYLE HAYAT…




Yaa, işte böyle hayat… Hiç bitmeyecek sanırsın, boş kullanırsın, hor kullanırsın, hoyrat kullanırsın; derken ömür gelir ve geçer.. Bazen de kabına sığmaz bir coşkuyla yaşama anlam katmak, hep bir şeyler üretmek, keşfetmek, fark etmek, anlamak, anlatmak, paylaşmak istersin.

Yapamadıkların ve yapmak istediklerin seninledir. Yaptıkların ise artık senin dışında ve her yerdedir, çünkü artık o olmuş, senden çıkmış ve senin dışına taşmıştır…

Son günlerde ardı ardına, başta Yaşar Kemal, Müzeyyen Senar, Erol Büyükburç, Kayahan gibi yazar ve sanatçıların her biri kendi alanlarında icra ettikleri sanatlarını geride bırakarak aramızdan ayrıldılar. Sesleri, sözleri, duyguları, birikimleri kimilerinde yazı üzerinden dile geldi, kimilerinde ise sesin tınısında ruh buldu.

Her birimizin hayatı nasıl da birbirine bağlı değil mi? Beraber yiyip içmemiş, aynı yerlerde yaşamamış olabiliriz, fakat dünya evinde büyük bir aile olduğumuzu düşünmekten de kendimi alamıyorum. Nasıl, ne zaman, nerede bir bağ kurduğumuzun farkında bile olmadan bağlanıyoruz birbirimize. Beklemediğimiz, hazır olmadığımız bir anda kayıp gittiğinde boşluğa düşüveriyoruz. Artık o yok diyoruz, sanki biz hep var olacakmışız gibi!

Yaşamımıza duygu dünyası üzerinden giren insanları unutamıyoruz. Onlardan geriye kalan anlar canlanıveriyor zihnimizde. Öyle ki, belki de o ana kadar hiç fark etmediğimiz biçimde. Onlarla kendimizi özdeşleştiriyoruz. Belki de bizim kelimelere dökemediğimiz duygularımıza tercüman oldukları için onları önemsiyoruz. Bazen de onları önemseyerek kendimizi önemsemeyi duyumsuyoruz. Onlarla hayatın anlamını bulmaya koyuluyoruz. Bir ışık, bir yol arıyoruz. Derinlerde bir yerlerde keşfedemediğimiz yeteneklerimizi onlar üzerinden tamamlama ihtiyacı duyuyoruz belki de..

Elbette bunları önemsemek, feyiz almak oldukça insanî bir yöndür. Ancak her çiçek gibi her insanın da farklı yönleri olduğunu, farklı açabildiğini, farklı bir deseni olduğunu ve farklı koktuğunu unutmamak gerekir. Aslında biz onları var ederken onlar da bizimle var oluyorlar. Böylece bir bağ kuruyor, bağlanıyoruz. Bu çeşitlilik bizim gerçek hazinemizdir. Bu hazine çok mütevazı bir yaşamda da anlam bulabilir. Hatta bazen mütevazı yaşamlar büyük bir zenginlik de olabilir.

Yaşamın dualite gerçekliği her yerde ve her şeyde yer almaktadır: Birileri yazar birileri okur; birileri söylerken birileri dinler; birileri düşünürken birileri düşündürür; birileri hata yaparken birileri bu hatalardan ders alır; birileri gülerken birileri ağlar… Böylelikle varlığın kıymeti yoklukta, iyiliğin güzelliği de kötülükte anlam bulur. Yaşam her yönüyle doğar, büyür, olgunlaşır gelişir, çeşitlilik kazanır.

Hayat yalnızca ne yediğin, ne içtiğin, neyi giydiğin değildir. Hayat; neyi yaptığın, neyi yapamadığını sorgulamak, neden yaptığın ve yapamadığını anlama çabasıdır. Belki de hayat bir araçtır ve aslolan yaşama anlam katma eylemidir. Başta kendimiz için ne düşündük, neyi gerçekleştirdik sorusuna verebildiğimiz cevabı bilmektir. Bu anlamda Kayahan; hayattan ne beklediğini, neyi yaptığını ve yapabildiğini kanıtlayarak hayata anlam yüklemiş biri olarak aramızdan ayrılmayı başarmış bir sanatçıdır. Yaşamın tüm güçlüklerine göğüs gererek onlardan ilham almış, bunu bestelerine taşımış, mücadelenin ve kendine inanmanın ne demek olduğuna yaşayarak örnek olmuş bir sanatçıdır. Bir Yaşar Kemal, romanlarında, hayatı anlama çabasını kanıtlamış ve geride bıraktıklarıyla kendisini gerçekleştirmiş bir yazar olarak yaşama veda etmiş biridir. Onların hayatları bizim hayatlarımıza ses olmuş, söz olmuş, bizde anlam bulmuş ve bu birliktelik yaşanmış, paylaşılmıştır.

Son kez dinleyicisiyle buluşarak, bilinçli bir veda ayrıcalığını yaşayan Kayahan’a rahmet, tüm sevenlerine başsağlığı dilerim.

Eğer insan kendini bilmişse ölümü hak etmiştir.
Hayatı anlamak ve kendini gerçekleştirebilmek dileklerimle.

Yazar Nimet Erenler Gülkökü                                                                4.04.2015

3 Nisan 2015 Cuma

Eveet  son katıldığım "Yaşama Dair" programında Tülay Yanıkoğlu Yazıciı ile kadın kadına "kadını" konuştuk...Programın içinde bir de sürpriz konuğumuz oldu... İyi seyirler..

(Canlı yayın esnasında bir iki teknik sorun oldu bu nedenle izleyenlerden şimdiden özür dileriz)


20 Mart 2015 Cuma

Mutluluk üzerine kısa bir tarif...


Ruha İnen En Büyük Darbe...

Toplum olarak ciddiye alınacak “nevrotik” bir durum sergiliyoruz. Hani neredeyse bu nevrotik durum çıldırmaya doğru dolu dizgin gidiyor. Sorunumuz sadece kadın sorunu değil! Sorun her iki çinstedir…

Geçtiğimiz günlerde “Psikeart” ismindeki derginin öncülüğünde bir dizi sempozyum düzenlendi. Başlıklar son derece ilgi çekiciydi. Tam da son günlerde artış gösteren şiddet içerikli olaylar, cinayetler, toplumun travmatik yaşamı ve bunların nedenlerini oluşturan nevrotik durumla ilgili görünüyordu. Bu sempozyuma katılmaya değer diye düşündüm ve katıldım. Sonucu baştan söyleyip ardından bu gözlemimin nedenlerini açıklayacağım: Benim için tam bir hayal kırıklığı oldu!




Sempozyumun başlığı  “Sinemada Ruhsal Travma ve Psikiyatri” başlığı altında “Ruha İnen En Büyük Darbe” idi. (Prof. ve Doç. olmak üzere) İki bayan ve iki erkek dört konuşmacı yer alıyordu. Kendi alanlarında bir yerlere gelmiş bu isimlerin literatürsel bilgilerine söyleyecek hiçbir söz yok.  Her biri sular seller gibi!  Eee, biraz da tanım ve tarifler aldık kendilerinden; Freud’un psikanalitik görüşleri ve Erich Fromm, Bourdieu, Lacon’un görüşlerinden de faydalandık. Bu psikolog ve sosyologların görüşleri arasında özellikle de insanın üreme dürtüsü ve bunların kontrolsüz dışavurumları ele alındı. Ayrıca Türk Sineması’ndan tecavüz sahnelerini izlerken bu minvalde beş altı tane sinema filmi örneğinin isimlerini de öğrenmiş olduk.

Saatler ilerlerken, inşallah ruha inen en büyük darbenin ne olduğuna sıra gelir diye bekliyordum. Fakat her konuşmacı kendine göre film seçmiş ve biz yine şiddet, tecavüz,  işkence görenler üzerinde travma şeklindeki konuşmaları dinliyorduk. Yani hep teşhis hep teşhis! Pekiyi, ya tedavi?  

Ben bu karmaşık durumu anlayamıyorum. Sanki iyi polis kötü polis oynanıyor.

İki saat boyunca dinledik, ama aslında zaten sıkıntıya neden olan sürecin tekrarlarını bilinçaltımıza yerleştirerek çıktık. Nasıl mı? Burayı biraz daha açmak istiyorum: 

Her zaman akılda kalan, en sonda olandır.  Sempozyumun son konuşmacısı olan bir Doçent,  Frida Kahlo’nun travmalarını onun yaşamı üzerinden örneklemeleriyle anlattı. Frida’nın aynaya bakarak kendisini çizmesini; kendinden yirmi yaş büyük birine âşık olarak onunla evlenmesini; aslında evlendiği kişinin çok çapkın biri olduğunu dinledik. Frida’nın bunu bile bile kabul ettiğini ve sonunda da onu, kız kardeşiyle aldattığını, dolayısıyla Frida’nın travmalarının onu nasıl sanatında tanınmış bir ressam olmaya taşıdığı ilişkilendirildi! Dolayısıyla bu sempozyum psikolojik açıdan değerlendirildiğinde ortaya çok vahim şu sonuç çıkmış oldu: 

Bilinçaltına gönderilen mesaj; “travma” varsa sanat oluşur! Ve ancak o zaman yaratıcı olabilirsiniz!..   

Oysa bu sempozyuma gitmeme neden olan konu başlığı “Ruha inen en büyük darbe” ifadesiydi. Fakat ruhun bir kez daha aynı darbeyle vurulduğunu söylemeden edemeyeceğim. Gerçekten yazık.. İyi tarafta görünen bilim temsilcileri de sağ gösterip sol vuruyorlardı.  
Bilimsel kurumlar neredeyse inandırıcılığından uzaklaşmaya başladı. Kime inanacağımızı, kime güveneceğimizi bilemez olduk. Ancak şahsi olarak bildiğim ve inandığım tek şey “insanın hep kendine güvenmesi gerektiğidir.” 

Toplum olarak ciddiye alınacak “nevrotik” bir durum sergiliyoruz. Hani neredeyse bu nevrotik durum çıldırmaya doğru dolu dizgin gidiyor. 
Şayet ciddiye alarak gereken önlemler uygulanmazsa, bu hastalıklı durum normalmiş gibi algılanacak ve bizi daha kötü günlere taşıyacak..  

Cinayetler, saldırganlıklar sadece kadına yönelik değil. Ve sorunumuz yalnızca kadın sorunu da değil. Sorunu bölerek, kutuplaştırarak bakarsak asla çözemeyeceğiz. Çünkü sorun yalnızca bir tarafta değil, her iki cinstedir. Sorun bilincin olmadığı bakış açısındadır. Soruna bütünleşik bakmamız çözüme daha sağlıklı ve hızlı ulaşmamızı sağlayacaktır.
Konudan uzaklaşmamak adına tekrar ruhun aldığı en büyük darbeye dönersek:
Elbette ki, hiçbir şey bir günde ortaya çıkmıyor. Toplumun davranışlarında ve bilincindeki değişim pek çok olgudan etkilenerek oluşuyor. Bugün geldiğimiz bu noktada iktidarın payı reddedilemez. Dinin bağnaz yönü ve bilimin de sadece maddeyi baz alarak sergilediği tutumlarını da eklersek toplamında hedef; para, iktidar ve gücün sahibi olmaktır.  İşte bunu yapabilmek için başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere bilim, sanat, üretim, eğitim üzerinden belirledikleri stratejiyi adım adım devreye sokarak modernleşme adı altında insanı, ruhundan söküp aldılar ve sadece maddeye yönlendirdiler. Giderek ruhunu unutan ve sadece maddeye tutunarak varlığını açıklayan insan; maddenin ruhsuzluğunda eridikçe öz sermayesi olan değerlerini tek tek satmaya başladı. Onun için amacına ulaşmak doğrultusunda her yol mubahtı! Bu ifade adeta, “yeni bir kutsal yemin gibiydi”. Dolayısıyla yalana, hırsızlığa, kaba kuvvete, saldırgan tavırlara başvurmaktan hiç çekinilmedi. Ego’lar şahlandıkça ruhun sesi duyulmaz oldu. Oysa ruh yoksa anlam da yoktur.  

Maddeye sahip olmak insanın özgürleşmesine olanak vermedi, tam tersine maddenin kölesi yaptı. İşte “ruha en büyük darbe” bu şekilde vuruldu.
“Modern insanı yaratan canavar” çık ortaya! Ve kendinle hesaplaş! Seçtiğin pop starlarla, gençliğin beyinlerini uyuşturup çaldığın ruhları sahiplerine geri ver. İnsanlığa unutturduğun onurunu hatırlamalarına ortam sun. Onların, bilinçlerini aydınlatmalarına ve ruhlarıyla buluşmalarına fırsat ver. Doğaya hükmetmeye çalışmaktan vazgeç! Onun senden daha güçlü olduğunu kabul et. Biliyorsun ki, o olmadan sen de olamazsın. Oyunun bittiğini, yenildiğini kabul etmekten başka bir seçeneğin kalmadı. Silkelen ve kendine gel! Unutma ki, senin de bir ruhun var. Ve onun ruhuna saygılı davran. Onu tüketmeyi bırak, onunla birlikte var olabileceğini hatırla. Yoksa yarattığın bu canavar seni de her şeyle birlikte yok edecektir.   

Yazar Nimet Erenler Gülkökü

nimet.erenler@hotmail.com