Geçtiğimiz günlerde “Psikeart” ismindeki derginin öncülüğünde bir dizi sempozyum düzenlendi. Başlıklar son derece ilgi çekiciydi. Tam da son günlerde artış gösteren şiddet içerikli olaylar, cinayetler, toplumun travmatik yaşamı ve bunların nedenlerini oluşturan nevrotik durumla ilgili görünüyordu. Bu sempozyuma katılmaya değer diye düşündüm ve katıldım. Sonucu baştan söyleyip ardından bu gözlemimin nedenlerini açıklayacağım: Benim için tam bir hayal kırıklığı oldu!
Sempozyumun başlığı “Sinemada Ruhsal Travma ve Psikiyatri” başlığı altında “Ruha İnen En Büyük Darbe” idi. (Prof. ve Doç. olmak üzere) İki bayan ve iki erkek dört konuşmacı yer alıyordu. Kendi alanlarında bir yerlere gelmiş bu isimlerin literatürsel bilgilerine söyleyecek hiçbir söz yok. Her biri sular seller gibi! Eee, biraz da tanım ve tarifler aldık kendilerinden; Freud’un psikanalitik görüşleri ve Erich Fromm, Bourdieu, Lacon’un görüşlerinden de faydalandık. Bu psikolog ve sosyologların görüşleri arasında özellikle de insanın üreme dürtüsü ve bunların kontrolsüz dışavurumları ele alındı. Ayrıca Türk Sineması’ndan tecavüz sahnelerini izlerken bu minvalde beş altı tane sinema filmi örneğinin isimlerini de öğrenmiş olduk.
Saatler ilerlerken, inşallah ruha inen en büyük darbenin ne olduğuna sıra gelir diye bekliyordum. Fakat her konuşmacı kendine göre film seçmiş ve biz yine şiddet, tecavüz, işkence görenler üzerinde travma şeklindeki konuşmaları dinliyorduk. Yani hep teşhis hep teşhis! Pekiyi, ya tedavi?
Ben bu karmaşık durumu anlayamıyorum. Sanki iyi polis kötü polis oynanıyor.
İki saat boyunca dinledik, ama aslında zaten sıkıntıya neden olan sürecin tekrarlarını bilinçaltımıza yerleştirerek çıktık. Nasıl mı? Burayı biraz daha açmak istiyorum:
Her zaman akılda kalan, en sonda olandır. Sempozyumun son konuşmacısı olan bir Doçent, Frida Kahlo’nun travmalarını onun yaşamı üzerinden örneklemeleriyle anlattı. Frida’nın aynaya bakarak kendisini çizmesini; kendinden yirmi yaş büyük birine âşık olarak onunla evlenmesini; aslında evlendiği kişinin çok çapkın biri olduğunu dinledik. Frida’nın bunu bile bile kabul ettiğini ve sonunda da onu, kız kardeşiyle aldattığını, dolayısıyla Frida’nın travmalarının onu nasıl sanatında tanınmış bir ressam olmaya taşıdığı ilişkilendirildi! Dolayısıyla bu sempozyum psikolojik açıdan değerlendirildiğinde ortaya çok vahim şu sonuç çıkmış oldu:
Bilinçaltına gönderilen mesaj; “travma” varsa sanat oluşur! Ve ancak o zaman yaratıcı olabilirsiniz!..
Oysa bu sempozyuma gitmeme neden olan konu başlığı “Ruha inen en büyük darbe” ifadesiydi. Fakat ruhun bir kez daha aynı darbeyle vurulduğunu söylemeden edemeyeceğim. Gerçekten yazık.. İyi tarafta görünen bilim temsilcileri de sağ gösterip sol vuruyorlardı.
Bilimsel kurumlar neredeyse inandırıcılığından uzaklaşmaya başladı. Kime inanacağımızı, kime güveneceğimizi bilemez olduk. Ancak şahsi olarak bildiğim ve inandığım tek şey “insanın hep kendine güvenmesi gerektiğidir.”
Toplum olarak ciddiye alınacak “nevrotik” bir durum sergiliyoruz. Hani neredeyse bu nevrotik durum çıldırmaya doğru dolu dizgin gidiyor.
Şayet ciddiye alarak gereken önlemler uygulanmazsa, bu hastalıklı durum normalmiş gibi algılanacak ve bizi daha kötü günlere taşıyacak..
Cinayetler, saldırganlıklar sadece kadına yönelik değil. Ve sorunumuz yalnızca kadın sorunu da değil. Sorunu bölerek, kutuplaştırarak bakarsak asla çözemeyeceğiz. Çünkü sorun yalnızca bir tarafta değil, her iki cinstedir. Sorun bilincin olmadığı bakış açısındadır. Soruna bütünleşik bakmamız çözüme daha sağlıklı ve hızlı ulaşmamızı sağlayacaktır.
Konudan uzaklaşmamak adına tekrar ruhun aldığı en büyük darbeye dönersek:
Elbette ki, hiçbir şey bir günde ortaya çıkmıyor. Toplumun davranışlarında ve bilincindeki değişim pek çok olgudan etkilenerek oluşuyor. Bugün geldiğimiz bu noktada iktidarın payı reddedilemez. Dinin bağnaz yönü ve bilimin de sadece maddeyi baz alarak sergilediği tutumlarını da eklersek toplamında hedef; para, iktidar ve gücün sahibi olmaktır. İşte bunu yapabilmek için başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere bilim, sanat, üretim, eğitim üzerinden belirledikleri stratejiyi adım adım devreye sokarak modernleşme adı altında insanı, ruhundan söküp aldılar ve sadece maddeye yönlendirdiler. Giderek ruhunu unutan ve sadece maddeye tutunarak varlığını açıklayan insan; maddenin ruhsuzluğunda eridikçe öz sermayesi olan değerlerini tek tek satmaya başladı. Onun için amacına ulaşmak doğrultusunda her yol mubahtı! Bu ifade adeta, “yeni bir kutsal yemin gibiydi”. Dolayısıyla yalana, hırsızlığa, kaba kuvvete, saldırgan tavırlara başvurmaktan hiç çekinilmedi. Ego’lar şahlandıkça ruhun sesi duyulmaz oldu. Oysa ruh yoksa anlam da yoktur.
Maddeye sahip olmak insanın özgürleşmesine olanak vermedi, tam tersine maddenin kölesi yaptı. İşte “ruha en büyük darbe” bu şekilde vuruldu.
“Modern insanı yaratan canavar” çık ortaya! Ve kendinle hesaplaş! Seçtiğin pop starlarla, gençliğin beyinlerini uyuşturup çaldığın ruhları sahiplerine geri ver. İnsanlığa unutturduğun onurunu hatırlamalarına ortam sun. Onların, bilinçlerini aydınlatmalarına ve ruhlarıyla buluşmalarına fırsat ver. Doğaya hükmetmeye çalışmaktan vazgeç! Onun senden daha güçlü olduğunu kabul et. Biliyorsun ki, o olmadan sen de olamazsın. Oyunun bittiğini, yenildiğini kabul etmekten başka bir seçeneğin kalmadı. Silkelen ve kendine gel! Unutma ki, senin de bir ruhun var. Ve onun ruhuna saygılı davran. Onu tüketmeyi bırak, onunla birlikte var olabileceğini hatırla. Yoksa yarattığın bu canavar seni de her şeyle birlikte yok edecektir.
Yazar Nimet Erenler Gülkökü
Son paragrafta aslında özetlemişsiniz insanın maddeye köle olduğunu..Burada maddee değilde belki insana verilmeliydi mesaj ..Çünkü insanlar maddeye sahıp olunca dunyayı kolay yöneteciğini sanırken kendisi madddenin esiri olmuştur....Belkide biz insanların sakince maddenin vaarlık amacı ile kendi varlık amacının kesiştiği ortak noktayı bulup ona göre bir yaşam eğrisi çizmemizde fayda vardır..
YanıtlaSil