Araştırmacı Yazar Nimet Erenler
Gülkökü ile yeni kitabı İNSANLIĞIN APOCRYPHA’SI adlı eseri üzerine bir
söyleşi..
Kadîm bir öğreti olan
okültizm, doğa ve evren yasalarını kavrama bilgisini içerir. Pekiyi, tek
Tanrı’lı dinlerin ortaya çıkmasının sebebi neydi?
Belirgin olarak Nuh ile
başlatılan, İbrahim ile devam ettirilen ve günümüze dek gelen tek Tanrı
kavramı, gerçekte insan bilincine katkı sağlayabildi mi? Yoksa bir tümdengelim
yanılsamasına mı sebep oldu? Oysa bir bütünü kavramak, ancak parçaları bir
araya getirmekle mümkün olabilecektir.
Pekiyi, bu tek Tanrı ve
tanrılar kimdi? Şayet bir Yaratıcı’dan bahsediliyor ise onu kim bilebilir? O’na
ancak yolculuk yapılabilir. Bu da kavrayışla mümkündür. O halde, Yaratıcı’yı ve
Tanrı’yı ayırdetmek, ancak farkındalıkla mümkün olacaktır.
Araştırmacı Yazar Nimet Erenler
Gülkökü’nü kısaca tanıyacak olursak;
2002 yılında "Bir Zen Ustası"yla karşılaşması,
onun yaşam döngüsünün en önemli olgusu olmuştur. İlk kitabı olan "Kur'an-ı
Kerim'in Apocrypha'sı" 2010 yılında; ikinci kitabı "İnsanlığın
Apocrypha'sı" ise Eylül 2012’de yayınlanmıştır. Yazar bütün bu çalışmaların
yanında, "Ezoterizm'de Rüyalar ve Boyutlar" adlı üçüncü kitabı
üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.
Nimet Hanım, yeni kitabınız olan “İnsanlığın Apocrypha’sı” isimli eseriniz Eylül 2012’de kitabevlerinin raflarında yerini aldı ve ben de okuma fırsatı buldum. Kitabınızın, dinler tarihi üzerine bir inceleme olduğunu görmekteyiz, neden dinler?
Dinler tarihini kaynağından
incelediğinizi ifade ettiniz; pekiyi, siz bu incelemelerinizde nereye vardınız?
Tarihin, süreç sürtünmesiyle deforme olduğunu, özünden
uzaklaştırıldığını, mazrufun zarfa büründüğünü, maneviyatın maddeleştirildiğini,
dolayısıyla kavrayışın pek çok noktada düşürüldüğünü söyleyebilirim.
Bir örnek verebilir misiniz?
Elbette. Mesela kurban ve sünnet geleneğinde; bize
anlatılanlarla kutsal metinlerde yazılanlar karşılaştırıldığında bizim bildiğimiz
gibi olmadığını gösteriyor. Zaten kitabın adını Apocrypha koymak istememizin
nedeni de buradan kaynaklanmaktadır.
Apocrypha kelimesini biraz açabilir misiniz?
Apocrypha kelimesi Grekçe’den gelmektedir. Bu kelimenin
ortaya çıkmasının asıl nedeni; milat öncesindeki yıllarda bazı kutsal
metinlerin halktan uzaklaştırılarak gizlenmesiyle ilişkilidir. Birçok metinde
yer alan önemli bilgilerin halktan gizlenmesi güçlü yöneticiler açısından
gerekli(!) görülmüştür. Böylece dönemin kralları, din adamları ve yöneticilerinin
otoriteleri sorgulanamayacak ve istediklerini istedikleri gibi yazma ve yönetme
gücünü ellerinde tutabileceklerdir. İşte “Apocrypha” üstü örtülmüş, kapatılmış
ve gizlenmiş anlamını buradan almaktadır. Bilgiyi ortadan kaldırmanın bir başka
önemli tarihsel gerçekliği ise; İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması ve
beraberinde karanlık bir çağa büyük bir
adım atılmasıdır. Kendi döneminin bilgilerini içeren çok önemli bazı tomarlar
Ölü Deniz kıyılarındaki mağaralarda gömülerek saklanmıştır. Bir çobanın
tesadüfen keşfetmesiyle, yakın geçmişte yapılan Arkeolojik kazılar sayesinde,
bu tomarlar ortaya çıkarılmıştır. Onlarca mağarada bulunan bu yazıtlar;
İngiltere, Fransa ve İsrail müzelerinde sergilenmiş ve tarihi eser olarak
koruma altına alınmıştır. İşte Arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan kağıt-deri
tomarlar, tabletler ve tarihî kalıntılar ve bunların deşifrasyonu, dinler
tarihini anlamaya büyük katkı sağlamıştır.
Anlıyorum.. Nimet Hanım ilk kitabınız
“Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı” ile ikinci kitabınız olan “İnsanlığın
Apocrypha’sı” nın bağlantısı var mı? Var ise nasıl bir bağlantı kurdunuz?
Kur’an, gerçekten
içinde çok kadîm bir bilgi taşımaktadır. İlk kitabımda kozmik ve evrensel
bilgiyi içeren ayetlerin daha açık anlaşılmasını amaçlamıştım. Burada ezoterik
öğrenimimin, ayetleri anlamamda ve anlatmamda büyük bir katkısı olmuştur. İşte bu çalışmamın ardından Kur’an-ı Kerim’de
geçen pek çok peygamberin ve tarihsel olayların kökenine doğru gitmek istediğimde
de karşıma Yahudi Halkı’nın kutsal kitabı olan TORA yazmaları çıktı. Tora;
Musa’ya, Sina Dağ’ında, Yahudiler’in Tanrısı tarafından verilen öğretiyi ve
Mısır’dan çıkarılan Yahudi Halkı’nın kırk yıl süren çöl yaşamını anlatmaktadır.
Tabii ki, Tora’da da yaratılışa dair çok önemli ipuçlarına da rastlamaktayız. Tıpkı
Sümer tabletlerindeki yaratılış öyküsünde olduğu gibi… Yani şu Tanrılar
Meclisi’nde alınan kararla insanın yaratılması anlatısı! Bu noktada, yazdığım iki
kitabın tamamını aktarmam mümkün değil, ancak her iki kitabımdaki önemli
noktaları ve bağlantıları açıklamaktayım. Mesela, Yahudi Halkı ile Müslüman
Halkı’nın orijinde kardeş olduklarını gördüm. İşte bu nedenle her iki halkın da
sünnet olmalarının nedeni burada yatmaktadır. Ve yine Tanrı’nın, dünyanın
krallığını Yahudi Halkı’na neden verdiğini ve Müslümanlarla yüzyıllardır süregelen
bu husumetin nedenini de Tora metinlerinde görebilmekteyiz.
Evet, kitabımın arka kapağında; tanrıların da bizim gibi
etten ve kemikten olduğunu, onların da tıpkı bizler gibi öfkelendiklerini,
intikam aldıklarını, dilediklerini ödüllendirip dilediklerini
cezalandırdıklarını görmekteyiz. Mitolojideki tanrılar da böyle anlatılmıyor
mu? O zaman biz kime tapınıyoruz? Bir Tanrı’ya tapmak ile Yaratıcı bilinci
birbirinden ayrı şeylerdir. Bu ayrımı yapabilecek kavrayışa ulaşabilirsek o
zaman gerçek yolculuğumuza doğru yol alabiliriz. Elbette bu tanrıları da yabana
atmamak gerekir. Tanrılar, bilimde ve teknolojide bizi yönetecek kadar ileri
düzeydedirler. Ve en önemlisi onlar; insana, yaptıkları genetik müdahaleyle
birdenbire Homo Sapiens Sapiens’e sıçrama yaptıran tanrılardır. Bilgili ve
bilgedirler. İşte zamanla tanrılar da aralarında giderek farklılaşma göstermiş
ve bunun içindir ki, tek Tanrı düşüncesine rağmen dinlerin tanrısı farklılaşmıştır.
Sonuçta yeter ki biz onlara giderken Yaratıcı’ya gittiğimiz yanılgısına
düşmeyelim. Benim ısrarla dikkat çekmek istediğim nokta burasıdır. Yaratıcı’ya
dönmek ve bu dünyadaki sınavlarımızı vermek, tekâmül sürecimizin gereğidir.
Ancak, tekâmül bir kavrayıştır. Kavrayış bilgiyle olur, teslimiyetle değil.
Kavrayış, bilgiyle olur dediniz. Bu
bilgi nasıl olmalı ve nerelerden faydalanmalıyız?
Önce şartlanmalardan ve şekilden sıyrılmakla başlayabiliriz.
Şahsen benim için bir insanın Müslüman veya Yahudi ya da Hıristiyan yahut başka
bir inanca mensup olması hiç mi hiç önemli değildir. Benim için anlamlı olan
İnsân’dır ve ruhta var olan Yaratıcı’ya ait olan bilgidir. Bu bilgi yine Yaratıcı’nın
yansıması olan doğada ve evrendedir. Her yerde ve her şeyin içindedir. Yeter ki
bilgiyle o perdeyi aralayabilelim. İşte ancak o zaman TEK’lik ile BÜTÜN’lük
arasındaki farkı kavrayabiliriz.
Kitaplarınızdaki konulara dair bir
hedef kitleniz var mıdır?
Bir kere bu iki kitabın altyapısı çok uzun yılları
kapsamaktadır. Bu araştırmalarımın içinde okumak istediğim, fakat göze almaya pek
cesaret edemediğim beş ciltlik Tora yazması vardı. Gerçekten de bu beş cildi
okumak için bir neden arıyorsunuz. Bunun için ya araştırmacı ya da din
adamıysanız göze alabiliyorsunuz. Ben bir araştırmacı yazar olarak her gün
sekiz ila on saat okumayı göze alarak yaklaşık iki yıl üzerinde titizlikle çalışarak,
okuyucuya zamanı tasarruf ettirdiğimi düşünüyorum. Bu anlamda “İnsanlığın
Apocrypha’sı” adlı eser, diğer araştırmacılar için kaynakça niteliğindedir.
Çünkü kitap tarihsel bütünlükle beraber, yalın anlatımıyla her kesimden
okuyucuyu sürükleyebilmektedir. Bana göre bir yazarın sadeliği onun
bilincindeki netlikten kaynaklanmaktadır. Zira ne kadar iyi anlamışsa o kadar
net anlatabilecektir.
Kitabımda belirttiğim gibi, kendi yorumumu saklı tutarken,
okuyucuya da düşünme serbestliği sunmaya özen gösterdim. Her şeye rağmen bir
taraf soruluyorsa cevabım; bilginin kendisidir.
Bu röportaj derKi Spiritüel dergisinde 13 Kasım 2012 de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder