26 Ocak 2012 Perşembe

Kuran'ın gizemlerini anlattı !
"Kuran-ı Kerim'in Apocryphası" kitabının yazarı, HABER3.com'a konuştu, Kur'an'ın bilinmeyenlerini anlattı...
HABER3 ÖZEL RÖPORTAJ
Ebru Eğinlioğlu


Her röportajım benim için yeni bir dünya, yeni bir bilgi demek. Her konuğum bu açıdan çok önemli.

Ancak Nimet Erenler Gülkökü yani; “Kur’ an-ı Kerim’ in Apocrypha’sı”nın yazarı.

Sümer tarihinden, dinler öncesi dönemden başlayıp Kur’ an-ı Kerim’ e kadar olan kutsal kitapları araştırmış, yaklaşık 10 yıla varan araştırma süresinde de, çok çeşitli kaynaklara dayanarak, Kur’ an’ da geçen gizli sırları gün ışığına çıkartmış.

Pek çok kişinin düşündüğü ama dillendiremediği konulara değinmiş. Kitap kapağından, sonuna kadar pek çok sır ve anlamla yüklü.

İnanmak, inanmamak, beğenmek, beğenmemek tabii ki sizlerin en doğal hakkı.

Araştırmacı yürek ve zihinlere bir anlam ifade etmesi dileğiyle...


Önce bu kitap ilk kitabınız mı? Neden böyle bir kitabı yazdınız? Niye ihtiyaç hissettiniz?
Evet, ilk kitabım. Aslında Kur’an’a dair bir kitap yazacağımı hiç düşünmemiştim. Çünkü şamanik kökenli bir aileden geliyorum. Babaannemin güneş ve doğayla ilgili öğretileri, her sabah güneşi selamlaması ve doğayla olan ilişkisinin etkisinde büyüdüm. Aynı zamanda Alevi’lerde, ocak kültürü de çok önemlidir. Bu şu anlama gelir: Geleneğe göre “ocak” sahipleri; bilginin taşıyıcısı, koruyucusu ve aktarıcısıdır. Sanıyorum, ocaklı bir s0ykökten gelmenin izlerini de taşıyorum. Düşüncelerimizde Alevilik anlatılmaz, yaşanır. Dolayısıyla İslâm geleneğinden uzak bir kültürdür. Ancak; insanın içinde bir arayış vardır ya.. Ben de işte yıllarca böyle bir arayışın içinde oldum. Yaşamın yalnızca yemek içmek, giyinmek, uyumak, mal mülk sahibi olmaktan ibaret olmadığını düşünenlerdenim ve dünyaya gelmemizin bir anlamı olduğu inancındayım. İşte bu düşünceler beni araştırmaya yöneltti. Ayrıca yaşamımda en az babaannem kadar önemli olan ve beni yetiştiren Zen ustasına sonsuz şükranlarımı ifade etmeyi bir borç bilmekteyim. Kitabımda zaman zaman kendisinin ifadelerine yer verdim.

1.20110822115539.jpg

Kadim Bilgiler derken, bunlar dinsel mi, yoksa Şamanik bilgiler miydi?
Kadim bilgiler dediğimiz zaman; günümüzde unutulan, doğaya ait ve evrensel olan bilgilerdir diyebiliriz.

Peki, içimdeki arayış çocukluğumdan başladı dediniz. Neydi bu sorular? Kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, şeklinde miydi?
Aynen öyle, öncelikle insanın dünyaya gelmesinin bir amacı olduğunu düşündüm. Yaşam benim için yemek, içmek, üremek değildi. Bunun ötesinde de bir şeyler olduğunu hissediyordum. Uzun yıllar sonra bir Zen ustasıyla karşılaştım. Aslında farkında olmadan ifade ettiğim bazı cümlelerin açılımını onda görünce bunları irdeledim. Yaklaşık 10 yıldır Zen disiplini öğretisi içinde öğrenirken öğretiyor, öğretirken öğreniyorum. Bir gün bana teklif edilen bir sunum konusu nedeniyle, araştırmalarımı daha sağlıklı yapabilmek üzere Kur’ an-ı Kerim’i okuma gereği duydum. İşte o zaman çok etkilendim. Çünkü, öğrendiklerimle Kur’an’ın üstü örtülü ayetleri çok örtüşüyordu.

İlk ne zaman okudunuz?
Yaklaşık 3 yıl önce. İşte o günlerde Kur’anın içeriğinin ne kadar bilinmediğini düşünerek bu kitabı yazmaya karar verdim.

Apocrypha kelime anlamı olarak nedir?
Grek dilinde üzeri örtülmüş, gizlenmiş bilgi demektir.

Giz veya sır da denebilir o zaman?
Evet, halktan gizlenmiş bilgilerdir.

Böyle bir kitabı yazmak cesaret işi ama siz mutlaka çok sâfiyane duygularla, insanlara kendi tecrübelerinizi anlatmak istediniz. Hangi kaynaklardan yararlandınız?
Kitabın arkasında belirttiğim kaynaklar ve yıllara dayanan birikimlerim diyebilirim. Yüzlerce kitap okudum ve halen de okumaktayım.

Sezgilerinizi de kattınız mı kitaba?
Zaten Zen disiplinin içinde, sezgilerinizi kullanabilme yeteneği de vardır.

Peki, şöyle bir paragrafla başlayalım. Putlarla ilgili bir ayeti ele almışsınız; ‘’Muhammed’ in, Kâbe’deki putları yıktırmasına rağmen köklü Arap geleneğinin günümüze kadar devam ettiğini söylemek, abartılı olmasa’’diyorsunuz. ‘’Kâbe ziyareti başta olmak üzere, Hacer-ül Esved’e gösterilen aşırı bilinçsiz ilgi, müze ve camilerde sergilenen “Sakal-ı Şerif”ler, çeşitli anıt ve mozoleler, türbeler, erenler, yatırlar v.s kutsal emanetler üzerinden uygulanan inanç istismarları!’’ diye de devam ediyorsunuz.
Evet, kitabın içinde putlara dair bir bölüm de var. Burada zarf ve mazrûf ayrımı söz konusudur. Yani şekilde kalmak veya özde olmak. Burada bir mesaj var aslında. Yani şekle mi tapınacağız, yoksa özü mü anlayacağız?

Peki, o öze gitmek için şekilden geçmek gerekmiyor mu?
Hayır, o şekildir sadece. Yani Muhammed’ in sakalının insanın farkındalığına katacak hiç bir anlamı yok. Oysa Kur’an, içerisinde çok öz bir bilgiyi içerir. Kalanı da tekrarlardan ibarettir.

Oralara geleceğiz. Bu put konusunda türbelerde, insanlar dua ediyorlar. Oradaki yatan kişiden Tasavvuf lisanı ile Zat’tan. Belki yanlış olan, Yaratan’dan değil de, oradaki kişiyi sembolleştirmek, yani sizin deyiminizle putlaştırmak değil mi?
Evet. Bakınız, inanç iyi bir şeydir. Ancak, toplumda anlaşıldığı şekilde değildir.
Bence inanç şudur: Araştırırsınız, soruşturursunuz, aklınızın ve marifetinizin sınırlarına kadar geldiğinizde; artık daha ileri gidemiyorsanız, geldiğiniz o nokta inanç noktasıdır. Oysa insanlar, çoğunlukla Kur’an’a okumadan inanıyorlar.

1.2.20110822115539.jpg

Çünkü bu bizim doğumumuzla gelen bir şey değil mi. Müslüman bir ülkede yaşıyor, yine Müslüman bir ailede yaşıyor, doğuyor ve ölüyoruz. Otomatikman Müslüman olarak doğuyoruz zaten. Bir seçim olmuyor.
Size katılıyorum Ebru Hanım. Ancak yine de, sorgulamadan kabul ettiğimiz inanç hakkında bir şey bilmiyorsak, bize nasıl katkısı olur diyorum?

Peki, inancın pozitif bir etkisi yok mudur insana?
İnsan, inanç sayesinde ulaşmak istediği düşüncesine yakınlaşır, farkında olmadan bir kanal oluşturur. Ama bu durum aslında kendi yarattığı enerjisidir. Bunu ancak çok çaresiz kaldığında kullanır. Oysa bunu, aynı zamanda yaşamının her alanında kullanabilme yeteneğine sahiptir. Birinci örnekte, istediği şeyi bilinçsizce ve yalnızca içgüdüleriyle gerçekleştirirken, ikinci örnekte bilinçlilik söz konusudur.

O zaman bir zararı yok faydalı bile denebilir?
Bakış açısına göre değişir diyorum.

Benim en çok önem verdiğim bilginiz; Kur’ an içerisindeki bir kısım ayetlerin kesin olduğunu, bazılarının ise şüpheli olduğunu söylüyorsunuz, bu ne demek şimdi?
Şöyle söyleyeyim; kitabımda, aslında “şüpheli” ayetlerin üzerine fazla düşmedim. Bu “şüpheli” ayetler üzerinde duran başka yazarlar da oldu. O ayetlerin üzerinde o kadar çok duruldu ki, ortaya anlamsız bir yorum karmaşası çıktı!

Asıl olan; Sümer çivi tabletlerinin, Kur’ an’ı anlamada çok büyük katkı sağlamasıdır. Turan Dursun bu bilgiler çerçevesinde bir kitap çıkarmıştı, biliyorsunuz. Ardından İlhan Arsel de onu takip etti ve şüpheli ayetleri kendilerince konu ettiler. Ancak ben diyorum ki; Kur’an’da yer alan şüpheli ayetler yerine, Kur’an’ın özü olan ayetlerin incelenmesinin insanın farkındalığına muhakkak bir şeyler katacağıdır.

Dinler, özünde bugünkü bilime kaynaklık edecek kadar güçlü bir bilgiyi içerir. Zaten din “zirve” demektir, ancak özünden giderek uzaklaştırılıp şekle dönüştürülmesi de insanlık için trajik bir kayıptır.

Bu söylediklerinizden şunu mu anlamalıyız. Kur’an’ın içinde bilime dayalı ayetler vardır ama aynı zamanda şüpheli ayetler de mi oluyor?
Size şöyle bir örnekle cevap vereyim: Muhammed, eşlerinden biriyle evlenirken gerdeğe girmesi gerekiyor ve gelen misafirin geç vakte kadar oturması hoşuna gitmiyor. Ve ertesi gün bir ayet geliyor; Ey inananlar Muhammed’ in evinde böyle özel günlerde onu çok meşgul etmeyin mealinde. Şimdi aklın yoluyla baktığınızda bir Yaratıcı böyle bir ayet indirir mi? Bu arada Tanrı ve Yaratıcı arasında da fark vardır. Onu da belirteyim. Tanrı kelime kök anlamı olarak efendi demektir. Yaratıcı; tüm evreni yaratan güç demektir. Yani Tanrı ve Yaratıcı da karıştırılıyor.

Peki, o ayeti nereye koyuyorsunuz?
Şüpheli ayetler bölümüne. Kitapta bahsettiğim ve Kur’an’da da gördüğüm; “O yaman aldatıcı sizi ALLAH ile aldattı.” şeklinde bir ayet vardır. Böyle bir ayetle karşılaştığımda açıkçası çok sarsılmıştım.

Yani Kur’an bu konuda hemen kendi içinde konuyu cevaplıyor o halde. O Muhammed’ in aile hayatı ile ilgili ayetten sonra inmiş olmalı?
Bunu bilemiyoruz. Zaten ayetlerin iniş sırasına göre düzenlenmiş bir Kur’an; bir de ayetleri farklı sırayla düzenlenerek yayımlanan Kur’ an vardır. Ancak daha çok kabul gören farklı şekilde düzenlen Kur’andır.

Kur’ an ayetleri peygamber efendimize iniyor fakat kendisi okuma yazma bilmediği için en yakınındakilere aktarıyor vahiyleri ve o şekilde Kur’an derleniyor. Hemen aktarılıyor mu bu bilgiler yoksa hangi aralıklarla kitap haline geliyor?
Şüpheli diyorum ben. Kur’an’ın, Ömer zamanında derlendiği söylenir. Tabii biz bu bulgulara tarihsel veriler ışığında ulaşabiliyoruz. Ama ben derim ki; bu ayrıntıların insanın ruhsal gelişimine bir katkı sağlamayacağıdır. Sonuçta Muhammed dediğimiz kişi de bir insan, onun da bir hayatı var ve bu saygıyı gerektirir. Önemli olan peygamberin hayatı mıdır, yoksa Kur’an’ın içindeki ayetler midir? Aksi takdirde özel yaşımı irdeleyen magazinsel bir yaklaşım olur. İşte bu yaklaşım evrensel bakışı ve Kur’an’ın aslında vermek istediği mesajı engeller.

Diyorsunuz ki Kur’ an’ ı anlamak herkesin harcı değil, bunu ancak abdallar, evliyalar, erenler, mürşitler anlamınca bilir. O zaman herkesin okuyup, yorum yapacağı bir şey değil?
“Kur’anı anlamak herkesin harcı değildir.” ifadesi bana ait değil. Bu yaklaşım Kur’an’a aittir. Ancak emin olun ki, bu kadar araştırmam olmasaydı ben de, Kur’an’ı bu şekliyle anlayamazdım. Çünkü kapalı olan bir şeyi anlamak için bilgi birikimine ihtiyacınız var. Kitabımın girişinde de görüleceği üzere, Al-î İmran suresinden aldığım şekliyle ancak ilim sahipleri okuyabilirler. İnsanlar genellikle kolay düşünmeyi tercih ederler. Örneğin bir anket yapılsa, acaba Kur’an-ı Kerim’in anlamını kaç kişi bilebilir. Kur’an, kelime anlamı olarak; “Kelamı Kadim”dir yani “Kadim Sözler” demektir. Onlar eskilerin sözlerinin bir tekrarıdır. “Bir hatırlatıcı”, “Bir uyarıcı” olduğu açıklamaları ayetlerde de belirtilmektedir.

Tevrat ve Zebur’a mı dayanıyor o halde?
Çok daha geriye gidiyor. İkinci kitap çalışmamı “Tora” üzerine yapıyorum. Mesela Kur’an’da geçen “ALLAH” kelimesi Tora’da, “AŞEM” olarak geçiyor. Biraz daha geriye götürürsek Sümer tanrılarının savaşı gibi geliyor. Henüz tamamlamadığım için fazla bir şey söylemek istemiyorum.

Tabii ki. Yine kitaptan aldığım notlara dayanarak Âdem ile Havva’nın yaratılışında, önce Âdem, sonra Havva’nın onun kaburgasından yaratıldığı bahsediliyor. Bu gerçek bir anlam mı? Yoksa bir şeyi mi temsil ediyor?
Evet, tabii ki, bir sembol. Bir insanın genetiğiyle ilgili bir unsur elde etmek istediğinizde ne yaparsınız? Bir saç teli ya da kan örneğine ihtiyacınız vardır değil mi? Âdem’ in 32 yaşında yaratıldığı söylenir. 32 yaşında bir insan nasıl yaratılır, size soruyorum? Ancak bir müdahale gereklidir. Bir başka canlıya genetik müdahale yapar ve değiştirebilirsiniz. Kendinizde olanı ona verebilirsiniz.

1.2.3.20110822115539.jpgO zaman Evrim konusunu nerede görmek lazım?
Şu an birçok genetik türler elde edildi. Nasıl oluyor da, eski zamanlarda insanların Tanrılar dediği çok gelişmiş uygarlıklar; bize benzeyen ama bizden çok ileride bir uygarlık vardı düşünceleri günümüzde doğru gibi görünüyor?

Uzaylı mı?
Başka gezegenler, milyonlarca güneş sistemi var evrende, yalnız değiliz. Neden olmasın? Bilim dünyası der ki; Homo Sapiens Sapiens, birden bire bir sıçramayla oldu ve bu ani sıçramanın cevabını da halen aranmaktadır.

Ama evrim süreci var ya işte.
Bir evrim süreci doğru, ama aynı zamanda müdahaleler de söz konusu. Bunları Sümer tabletlerinde görebiliyoruz. Âdem’in, Tanrı Anu’nun huzuruna götürüldüğü bir Sümer tabletinde anlatılıyor. Kitabımda; görsel konulu tabletlerde yazılan ve bir tanrı kanını akıtsın dedikleri, o kanla farklı bir işlem yaparak belki de bu günkü tüp bebek dediğimiz formda bir canlı ürettiler. Evrimsel bir süreç var. İnsanın, insanımsı formda dünyada bulunmasını bilim dünyası 4 milyon yıl önceye dayandırıyor. Günümüzden 1,5 milyon yıl önce “Homo Erectus”ları, daha sonra “Neanderthal”leri görüyoruz. Ondan sonraki süreçte de insanın “Homo Sapiens Sapiens”(düşünebilen insan) olduğunu görüyoruz. Şayet insan, bir müdahaleye uğramasaydı belki de Homo Erectus olarak evrimine hala devam ediyor olacaktı.

Çok enteresan. Bunlar daha önce hiç söylenmedi. Kur’an’ın bir hatırlatıcı olmasından bazı ayetlerin tekrarlanmasını referans alarak bahsediyorsunuz. Niye Kur’an’da ayetler tekrarlanmış sizce?
İnsanlar uzun süreçlerde yönetilme şekilleri ile ve yaşadıkları rejimlerde, bilgileri unutabiliyorlar. Örneğin milat öncesinde başlayan, İskenderiye Kütüphanesi’nin ilk tahrip edilmesi ve sonunda yakılmasının, bilginin kaybolmasına büyük ölçüde sebep olduğunu görüyoruz. Niye Kur’an’da ayetler tekrarlanmış sorunuza gelince; beyin tekrara dayalı öğrendiği için diyebiliriz.

İslamiyet’de Hazreti Muhammed’in her şeyini insanlar örnek alıyor, eşlerini, yaptığı güzel işleri, Hazret ibaresi kullanılmazsa saygısızlık olarak ele alıyorlar gibi.
Bu konuda fazla yorum yapmak istemiyorum. Ancak bu bakış açısına göre sorgulayanlara da benim bir sorum var: “Neden Allah’a, Hz. Allah denilmiyor da, sadece Allah deniyor?

Örtünme ile ilgili bir bölümünüz de var ama sonra geleceğim oraya. Kalb gözünden bahsetmişsiniz bu hoş bir benzetme biraz açar mısınız?
Kalb gözü demek, basit anlatayım: Kalb, gövdemizi ortalayan bir noktadadır. Bu her iki yere eşit mesafede kalmaktır aslında; ne yerde sürünmektir, ne de göklere uçmak! Bu bir semboldür. Doğu mistisizmindeki yaşam enerjisinin akıl ve sezgiyle dengelenmesi halidir. Aklımızın söylediğini yüreğimiz, yüreğimizin söylediğini de aklımızın onayladığı ortak vuruşun attığı yerdir kalb gözü.

Hemen genetik kod hafızasını da sorayım o zaman.
Az önce evrimden bahsettik. Biyolojik bir evrim var, ama ruhsal bir gelişim de var. Biyolojik olanına evrim, ruhsal olanına tekâmül denmektedir.

Zaten biri varsa diğeri yok demek çok saçma değil mi?
Evet kesinlikle. Ruhsal gelişim düzeyiniz ne ise o ölçüde bir titreşim seçebilirsiniz.

Libido ile ilgili bir ayet var, hatırlatayım diyorsunuz ki daha doğrusu ayette şöyle denilmiş; ‘’Yedi kapısı vardır onun. Her kapıya onlardan bir bölük ayrılmıştır.’’( Hicr/44) Burada 7 kapı derken acaba çakralardan mı bahsediliyor?
Aynen öyle.

Devam ediyorum ayetlere; ‘’Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri, benim için iş yapıp üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.’’
( Zariyat/56) Bu ayeti Sümer’ deki Lulu Amelu’ ya bağlamışsınız açıklar mısınız lütfen?

Sümer tabletlerinde; Tanrılar Meclisi toplanır ve kendilerine hizmet için işçi yaratmak üzere bir müdahalede bulunurlar ve işçiler yaratılır. Yani ilk Lulu Amelu’yu yaratırlar.

Kimdir o Âdem mi?
Âdemin yaradılışına dair ayrıntılar kitapta yer alıyor. Bugün amele dediğimiz kelime az önce bahsettiğim Lulu Amelu’dan gelmiştir. Aynı şekilde “kul” kelimesi de işçi anlamındadır.

‘’Yeryüzünde bulunan herkes yok olacaktır. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır.’’ ( Rahman/26-27) ayet başlangıç ve sonla ilgili. İnsanlar yok mu olacak en sonunda?
Kutsal metinlerde denir ki; Biz sizi yokluktan ve hiçlikten yarattık. Burada bir tekâmül sürecinden bahsedilir. Bu bir son mudur? Bunu söyleyemeyiz. Başlangıç mıdır? Onu da diyemeyiz. Ancak, bildiklerimizden bilmediklerimizin cevaplarına gidebiliriz. Yolcu, sadece gitmek için gidebilendir. Bu nedenle, bu son ya da başlangıçtır diyerek bir yargıda bulunamayız.

Başörtüsü ile ilgili bir ayette şöyle söyleniyor; ‘’Örtülerini, başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne vursunlar!...’’ ( Nur/31) Kur’ an da örtünme olduğu bu ayet ile de açıkça belirtilmemiş mi?
Buna katılmıyorum. Bu örtü mevzusunun, Arap toplumunun çok rahat bir toplum olmasından dolayı, sadece cariye ve hanımların birbirinden ayrılması adına ortaya konduğu söylenir. Ben bu konuya insanların tercihlerine saygı adına çok ilişmek ve fazla bir şey söylemek istemiyorum.

1.2.3.4.20110822115539.jpg

Peki. Yine güzel bir bilgiden bahsetmişsiniz. Tanrı evreni yaratmadan evvel önce ruhlar vardı ve erdişiydiler. Yani cinsiyet ayırımı yoktu. Bunu açıklar mısınız?
Kutsal metinlerdeki şu ifadeye dayanarak; “Yaratıcı bilinmek istedi, tezahür etmek istedi. “OL!” dedi evren oldu. Bir iken iki oldu; iki, çok oldu. Önce ruhlar vardı”. O halde önce ruhlar vardı, sonra bunlar dişi ve erkek olmak üzere ikiye bölündüler. Dişil ve eril enerji tekâmül süreci için gerekliydi. Dişil ve eril, pozitif ve negatif gibi.. Yani ruhun tezahür şekli anlatılmaktadır.

Tanrı kelimesi için siz efendi anlamına geldiği bilgisini vermiştiniz. Yaratan farklı dolayısıyla yaratıcı birdi, sonra ikiye ayrıldı, sonra çoğaldı derken ruhlardan bahsediyoruz. Kâinatı Yaratan güçten bunun altını çizmemiz lazım değil mi?
Elbette, Ebru hanım.

Bakara suresi 7. Ayette ‘’ALLAH onların kalpler, kulakları üzerine mühür basmıştır.’’ Denilmiş. Aşağıda açıklamanızda ALLAH kimsenin kalplerinin kulaklarının üzerine mühür basmaz diyorsunuz.
Evet, bu tanrısal düşünceyi öne çıkararak insanın iradesini yok eden tehlikeli bir durumdur. İşte bunlar üzeri örtülen ayetlerdir. Yani gerçekten kadim bilginin içinde böyle bir ifade olamaz. Evrensellikte asla bir ayrım söz konusu olamaz. Her şey eşit başlatılmış, eşitliksiz devam edecek; ancak eşit bitecektir. Bu tehlikeli ifadeler, insanın iradesini kullanmayı engelleyen ve inancı tehlikeli kılabilecek bir düşüncedir.

Yine çok dikkatimi çeken bir bilgiye değinmişsiniz rüyalar. Ölümü bir anlamda rüyada hissettiğimiz âlem gibi mi görüyorsunuz?
Bu bakış açısında soyut ve somuta dair edineceğimiz tüm bilgiler, soyuta bakarak somutu, somuta bakarak soyutu kavrayabileceğimiz yönünde iyi olacağını düşündüğüm bir örnekti. Çünkü eğer rüyalar bizim için soyut ise uyandığımızda gerçek neresi diye düşünüyorum. Yani bildiklerimizden bilmediklerimizin cevabını bulmanın iyi bir yöntem olduğu kanaatindeyim.

Yaşam böyle pek çok bilinmeyenle dolu değil mi sizce?
Aslında değil her şey var ve gözümüzün önünde. Kur’an’da da belirtildiği gibi: “Ben her şeyi verdim. Sadece gözünüzdeki perdeyi aralamanız gerekir. O da akıl ve izan yoluyla açılacaktır.” demiyor mu? Eğer biz olaylara o rüya bu gerçek diye ayırarak bakar, soyut ve somut arasındaki ilişkilendirmeyi ihmal edersek muhakeme yeteneğimizi de geliştiremeyiz.

Biz bu bilgiler ışığında bireysel gelişimimizi nasıl yapmalıyız?
Rehberlerin önemli olduğunu inkar etmiyorum, çünkü onlar gideceğimiz yolu kısaltabilirler. Rehber, yolu bilen ve gösterendir, aracılık yapabilir. Ama kendi irademiz ve aklımızı başkalarının düşünceleriyle var etmek yerine, kendi aklımız ve irademizi kullanmayı mutlak hatırlayalım. Yani kendimiz olalım.

2012 de dünya Altın Çağ’ a girecek diye detaylı bir anlatımda bulunmuşsunuz. Maya Takvimi’ ne göre Kıyamet tabir edilen hal nasıl gerçekleşecek? Ben ayrıntılı olarak okudum ama siz HABER3.com okurları için biraz bahsedin lütfen.
Tabii memnuniyetle. Biliyorsunuz dünya, 365 günde güneşin etrafındaki turunu tamamlıyor. Güneş Sistemi de ayrıca bir döngüye sahip. Maya takvimine göre bu döngü evresinin sonu 12.Aralık 2012’dir. Genel astroloji bilgisi seviyesinde anlatıyorum.

Şu anda Kova çağındayız. Yaklaşık 2000 yıl sürecek bu evrenin aydınlanma çağı olduğu söyleniyor. Güneş sistemimiz döngüsünü yaklaşık 26.000 yılda tamamlamaktadır. Arkasından altın çağa girileceği söylenir. Bu 2000 yıl sürecek geçişe Foton kuşağı da deniliyor. Aslında 1964-68 yıllarında foton etkisine girdik. 21 Aralık 2012’de zirve yapacağı söylenir. İşte tıpkı Mayalar’da olduğu gibi Kur’an’da da “Sur” içerikli ayetler, Foton kuşağını işaret eden ayetlerdir. Bu konudaki ayrıntıları “Kur’an’ı Kerim’in Apocrypha’sı” adlı kitabımda detaylı olarak ele aldım. İşte asıl mesele; şimdiye kadar ruhsal gelişim için ne yaptık ya da yapmadık? Aslında etrafımızda olan bitene biraz dikkatlice bakarsak uyum gösteremeyen insanların kontrollerini kaybederek işledikleri cinayetler, değerlerin çökmesi, doğanın geliyorum diye sinyaller vermesi açık ve ortadadır. Kıyam olmakta ve Kıyamet kopmaktadır. Mesele kendi kıyamımızı mı yoksa kıyametimizi mi seçeceğimiz. Kur’an: “O gün geldiğinde”, “Binalar ve zinalar artığında” demiyor mu? Zinalar arttı mı bilmiyorum ama binaların arttığı kesindir.

Toparlarsak; bu durumda, kişilerin bilgileri çerçevesinde uyum ya da uyumsuzluk yaşamaları kaçınılmaz olacaktır. Nasıl ki, evrimde zayıf türler yok oluyor ve gelişebilen türler devam ediyorsa; buna benzer durumların yaşanması da akla uygun geliyor.

Nimet hanım teşekkür ediyorum röportaj için bu kitabı bende baştan sona okudum bilgilerinizi, sezgilerinizi, tarihsel bilgiler ışığında okurlarla paylaşıyorsunuz. Röportajı kitabınızın sonunda yazdığınız ayet ile noktalayacağım. İnsanların birbirlerinin fikirlerine ve inançlarına saygı duymasına ve düşünce dünyasında ilerlemelere vesile olmasını diliyorum.
Ben de teşekkür ediyorum.....
Kitabı sana indiren O’ dur. O’ nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki ( kesin) onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşabihlerdir ( şüpheli). Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik, bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline ( mana vermeye çalışma) öncelik tanımak için Kitap’ ın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise ALLAH bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar; O’ na inandık, hepsi Rabbimizin katındandır derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez. ( Âl-i İmran/ 7)

(Bu ropörtaj : http://www.haber3.com adresinde yayımlanmıştır.)

Kuran'ın gizemlerini anlattı !

16 Ocak 2012 Pazartesi


ÜREMEK Mİ? ÜRETMEK Mİ?
Üremek ve üretmek, birbiriyle ilişkili gibi görünüyorsa da anlamları farklıdır. Üremek;  bir canlıda, dişi doğasının eril karakterle birleşmesi sonucunda ortaya çıkarttığı ve türünün devamlılığını sağlayan eylemdir. Üretmek ise; üremenin tersine yalnızca fiziksel olmayan, yaratıcı düşünceyle birlikte hareket ederek bir şeyden bambaşka şeyler meydana getirme yetisidir. “Üretim” ile “üretmek” arasında da bir fark olduğunu söyleyebiliriz. Üretim denince, aynı mamulden yüzlerce binlerce adet meydana getirmek anlaşılırken; üretmek ise değişen ölçü ve değerlerle farklı dönüşüm ve oluşum yaratmaktır.
İnsan, doğası gereği türünü devam ettirme koduna sahiptir. Bu durum varlığını sürdürmesinin temel bir yönüdür. Ancak varlığını sürdürmesi yalnızca üreme tandanslı değildir. Kendisini dış ve iç tehlikelere karşı koruması da gerekmektedir. Örneğin bir hastalık belirdiğinde vücudun bağışıklık sisteminin otomatik bir savunmaya geçip, hastalığa neden olan mikroba karşı savaş açması iç tehlikeye karşı korunma şartını içerir. Vücut aynen, dışarıdan gelen bir tehlikeye karşı da önlem alır. Örneğin bir saldırıya karşı kaçması ya da saldırması gibi. Temel içgüdüsel bir çalışmaya şartlı beden, şayet siz müdahale etmezseniz yaşamını etkin olarak bu şekilde devam ettirir. Çünkü bu yöntem ona aittir ve onun kodlarıdır. Bu kodlar bizim en sağlam halkamız olmakla birlikte en çürük halkamız da olabilirler. İşte insanın fizik doğasında var olan bu temel içgüdü, acaba sistem tarafından nasıl güdülenmektedir? Topluma, dış uyaranlar aracılığı ile görsel ve işitsel olarak zerk edilen unsurlar; üreme üzerine mi? yoksa gelişme içeren üretmek üzerine midir? İşte üzerinde derin düşünce gerektiren hassas ve önemli konulardan biriside bu durumdur. Yaşamak ve anlamak, her bireyin kendi akıl, izan ve marifetiyle sınırlıdır. Dünyaya ve yaşama her insan farklı düzeylerde ve farklı anlayış biçimlerinden bakarken; kendine ve etrafındakilere neleri layık görür? Tabii herkes kendince en iyisini layık gördüğünü söyler, hatta aksini düşünmenin insana yakışmayacağını ilave etmekte tereddüt bile etmeyecektir. Doğru olan da budur. Pekiyi, herkes böyle düşünürken neden her şey tersine gider? Güç kimde? Biz mi yetersizlik gösteriyoruz, yoksa karşımızda duranlar mı güçlü? Bunu biraz açarsak; seçimlerimizin ne kadarı duyularımızın etkisiyle, ne kadarı çevremizin düşünceleriyle, ne kadarı bizim irademizin sonucunda oluşur? Gerçekten kendimize dışarıdan ve objektif olarak baktığımızda, bu seçimlerin büyük bir çoğunluğunun aslında bizim gerçek seçimlerimiz olmadığını görebiliriz. Ya anlık bir duygu boşluğunun bizde yarattığı ihtiyaç; ya bizi etkileyen yönlendirmeler; ya anıların izleri; ya bizde olmayanların peşinden gitmek; ya alışkanlıklar; ya da şartlanmalar vs..vs.. İşte bunlar üretmemize mani olarak, ürememizi tetikleyen unsurları içermektedir. Çünkü “Ben”in istek ve arzularının peşinden gitmek en kolay olmakla birlikte en tehlikeli olandır. Üretmek ise geniş ve çok boyutlu düşünceyi ve ayrıca bilgiyi gerektirir. O nedenle zorlayıcı, zahmetli ve uzun soluklu olup, beraberinde kalıcı olandır.
“Üremek ve Üretmek” üzerine uzun uzun tartışmak mümkündür. Her iki unsur da hayatın olgusudur. Mesele, koşullara göre hangisinin öncelikli olmasıdır. Bu koşullarda görünen şu ki, dünya nüfusunun üremeye değil, fakat mutlak “üretmeye” gereksinim duyduğu kaçınılmazdır.
                                                                                          Araştırmacı Yazar Nimet Erenler Gülkökü

TOPLUM VE DÜNYA NEREYE GİDİYOR?             

Son günlerdeki gazete ve televizyon haberlerini izlediğimizde; Dünya’nın ve insanların yaşadığı olumsuzluklar oldukça düşündürücü. Nasa, 2010 yılını “Dünya Afet Yılı” olarak ilan etti. Doğadaki bu büyük değişim; yanardağların harekete geçmesi ile oluşan patlamalar, tsunamilerin ve depremlerin sıklığı, aşırı yağışlar nedeniyle oluşan can ve mal kayıpları, güneş patlamaları nedeniyle oluşan etkiler Mayalar’ın 2012 kehanetini akıllara getiriyor. Tabii ki Kur’an’daki, son kıyametin sesle geleceğini bildiren ayetler de adeta Maya kehanetini doğrular gibidir. Pekiyi, o zaman insanlar ve yeryüzündeki tüm canlılar bu süreçten nasıl etkilenmekte ve etkilenecektir? Dünya’nın manyetik alanının değişmesinden etkilenen kuşlar ya da bu manyetik alan ile ilişkili yaşayan diğer canlılar, bu durumdan nasıl etkileniyor? Tabii ki, topluca telef olarak!  Bundan dolayı türleri ciddi bir tehdit altındadır.
İnsanlar ise bu manyetik bozulumdan karmaşık bir şekilde etkilenmektedir. 1962 yılında girilmiş olan Foton Kuşağı, son dönemlerde zirve yaparak etkisini işte böyle göstermektedir.Foton Kuşağı etkilerini, doğa ve insan üzerinde böyle gösteriyor. Pekiyi, bu konu insanlar tarafından ne kadar bilinmektedir? Hollywood (Amerikan Sinema Sektörü), bu bilgiyi kullanarak gişe rekorları kırarken, insanlığa nasıl bir farkındalık katıyor acaba? Bu konular, içeriği hakkında halkın dikkatini çekmek ya da neler yapılabileceğini öğretmek yerine paraya dönüştürülmektedir. İnsanlık sürekli tüketilmeye ve kendi kendini tüketmeye koşar adım götürülmekte ve gitmektedir. Kur’an’da, son kıyametin insan eliyle olacağı uyarısı açıkça belirtilmekte ve bu vaktin; bina ve zinaların arttığı zaman olacağını yazmaktadır. Adı Mayalar olsun, ya da Kur’an olsun; kadim bilgiler bizlere olabileceklerin haberini veriyorlar.
Dünya’nın da içinde bulunduğu ve yaklaşık her 26.000 yılda bir gerçekleşen bu döngü, aynı zamanda yeni bir çağın da başlangıcı. Giderek artan bu negatif enerjide her birimizin payı var. Dünya Anne’yi kendi arz talep ve ihtiyaçlarımızı gerekçe göstererek tüketmekteyiz! Yalnızca onu değil, kendimizi de tüketmekteyiz. Yedi milyara ulaşan dünya nüfusu, kapasitesinin sınırlarında dolaşıyor. Doğa verdiğini geri almasını da bilir. Onun yasaları insanların yasalarından kuşkusuz daha güçlü. Bizler ise ancak uyumlanarak var kalabiliriz. Sorunumuz, buna ne kadar uyumlu olduğumuz?
İnsanlık çoğalarak değişti; ancak acaba gelişti mi?
Bu soruyu herkes kendine yöneltir ise, gelişime ne kadar katkıda bulunup bulunmadığını da görebilecektir. Tabii ki, soruyu samimi sorabilmek koşuluyla.
Sizlerle paylaştığım bu ilk köşe yazımda; bu ve buna benzer konuları paylaşacağız. Sizden gelecek sorular da bu paylaşımı daha anlamlı kılacaktır
  Araştırmacı ve yazar Nimet Erenler Gülkökü
                                                                                                           nimet.erenler@hotmail.com

14 Ocak 2012 Cumartesi

Bir Kadın mı Olmak, Bir Dişi mi Kalmak?

Bir Kadın mı Olmak, Bir Dişi mi Kalmak? 

Kadınların eşlerinden, sevgililerinden, erkek kardeşlerinden, babalarından gördükleri şiddet on yıllardır gündemde. Ölen, öldürülen, ağır yaralanan, tacize uğrayan, töre cinayetlerine kurban edilen kadınlar...

Kadın sığınma evleri ve “Kadınlar şiddet görmesin” sloganları ve bu konuyla ilgili sivil örgütler, destek veren sanatçılar, yazılı ve görsel basındaki şiddet karşıtı tüm çabalar öyle görünüyor ki, bir sonuç vermemektedir. Bütün bu çabalara ve alınan yasal önlemlere karşı kadınların muhatap kaldıkları bu sorun azalacağına giderek tırmanmaktadır. Pekiyi, bu kadınların suçu nedir? Biat, itaat ve riayet etmedikleri için midir? Ortada bir kadının eşinden ya da sevgilisinden ayrılma kararı aldığı için öldürülerek intikam almayı gerektirebilecek nasıl bir suç vardır? Pekiyi, bütün bunlar bir seferde mi ortaya çıkmıştır? Elbette ki, hayır. Bu anaerkil süreçten ataerkil sürece geçildiği dönemlerde giderek dejenere olmaya başladığı, uzun bir dönemi kapsamaktadır.

Eğer ortada bir suç var ise ve işlenmişse, önce biz kadınlar kendimize dönüp bakarak bu durumun oluşmasına ne zaman ve nerelerde zemin hazırladık; bu oluşan tohumları ne zaman ektik; dönüp buna bakmamız gerekmez mi? Zira unutmamalı ki, o erkekleri dünyaya getiren de bir kadındır.

Kadın; doğanın yaratıcı gücünün bahşedildiği ve içinde tanrısallığı barındıran en mükemmel varlığıdır dersek, herhalde hiç de abartmış olmayız. Bu, erkeğin önemsizliği anlamında değildir. Erkek de, var olan potansiyeli devinime geçiren bir güçtür. Kadının içinde barındırdığı bu yaratıcı gücünün, aynı zamanda yok edici özelliğini de taşıdığı unutulmamalıdır.

Bir sorunun çözülebilmesi için o sorunu oluşturan nedenleri ve süreçleri bilmek gerekir. Her birimiz yek diğerimizi suçlayarak sorunları çözemeyiz ve çözülmeyecektir de. Kadın, kâdim dönemlerde yaratıcı özelliğinden dolayı tapınılandı. Bu gün hacca giden hacılar Mekke'de Hacer-i Esved taşına alınlarını sürüp öperken aslında kadının yaratıcı gücüne tapınmaktadırlar. Zira secdeye dururken Kıble'ye dönmek, eski Kibele kültünden gelmektedir. Bu çok eski bir tapınma şeklidir. İslam'dan çok eski olmasına rağmen günümüze kadar devam eden bir ibadet şekli olagelmiştir. O halde daha da geriye gidersek; Tanrılar Meclisi'ne bütün dişisel yeteneğini kullanarak girmeyi başaran İnanna'yı görebiliriz.Sümer mitolojisindeki İnanna, Yunan mitolojisinde güzellik tanrıçası Afrodit'e oradan da günümüzdeki barbi bebeklere düşürülmüştür. Oysa tarihte ve mitolojilerde sembolize edilen bir kadın daha vardır ki O, insan-ı beşerin doğumuna aracılık eden Başhemşire statüsündeki Ninhursag'tır. Lakabı “Koca İnek”tir. Bu bilge kadın figürü, Anadolu'da kadın analar olarak devam ederken kendilerine “Hemşire” diye hitap edilirdi. Bu hitap şekline rastlamak hala mümkündür. Ninhursag bir dişi değil bir “Kadın”dır. İnsanlığın gelişimi için kendini adayan bir tanrıçadır. İşte Ninhursag'dan sonra İnanna dünyanın cazibesine kapıldığı gücünü yaşamak uğruna dişiliğini öne çıkarmaktan çekinmemiştir.

Ta o dönemlerde dişi enerjinin tohumları yeryüzünü etkilemeye, sarmalamaya ve bu dişi enerji kendi yörüngesine çekmeye başlamıştır. Artık kadının rakibi kadındır. Oğullar, dişi enerjisi etrafında korunduklarını sevildiklerini sanırken ana tanrıçının isteklerine, tutkularına ve hırslarına hizmet ettiklerinin farkında bile değildirler. Çünkü şeytan en güzel yüzüyle görünmektedir! Bu dişiler oğulların büyümemeleri için onları hep kendilerine muhtaç yetiştirirler. En güzel yemekleri onlar için pişirir, en temiz yatakları onlar için sererler. Bunun adını da sevgi koyarak, bir de borçlandırırlar.

İşte dünya bu dişi enerjiye öyle bir uyumlanmıştır ki, artık bütün gerçeği orasıdır.Çocukluğunu dişi annesinin etkisiyle geçirken büyüdüğünde yerini dişi kadını almıştır.

Her dişi bir kadın değildir. Ancak her kadın içinde dişi yönünü barındırır. Kadın bir kavramdır. Bu kavramı anlayabilmek ve yaşayabilmek için; akıl, bilgi, birikim, deneyim en önemlisi gelişmiş bir bilinç gerektirir. Beraberinde bu bilince taşınabilmek zorlayıcıdır ve emek gerektirir. İşte buna cesaret edemeyen bir dişi, yalnızca tek yeteneğini aktive ederek istediği sonucu elde etmek ister. En ucuz en kolay ve en kestirme yöntemiyle. Sonuçlar ortadadır ve yaşanmakta, yaşatılmaktadır.


Söylenmesi ve yapılması gereken çok şey vardır. Şayet, üzerimize giydiğimiz giysilere gösterdiğimiz ilgi kadar beynimizin gelişmesine özen gösterebilirsek, toplumu saran bu yok edici enerjiyi elbirliğiyle dönüştürebilir ve işte ozaman hakettiğimiz yere kendimizi taşıyabiliriz. Bir Kadınla bir dişi arasındaki en belirgin fark: Bir kadın; üreten, gelişen ve gelişmeye aracılık ederken onursal değerlerini koruyabilendir. Bir dişi; hırs, turku, istek ve arzularına yönelik, yalnızca alacaklarının hesabını yapan ve aslında tükenirken, tüketendir. O nedenle kimseye kızmayalım, kimseye hesap sormayalım. Çünkü kızılacak ve hesap sorulması gereken bizzat içimizde müsade ettiğimiz ve yarattığımız canavarın kendisidir. Bu yazıyı Zen ustasının bir sözüyle noktalıyorum: “Sizin size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi size kimse yapamaz. Şayet yapılmışsa, siz müsaade ettiğiniz içindir.”

Yazan:Nimet Erenler Gülkökü 25 Temmuz 2011
2012 MAYA KEHANETİ GERÇEKLEŞİYOR MU? 
1952 yılında Meksikalı arkeolog Alberto Ruz, yine Meksika'nın Chiapas bölgesinde bir yeraltı mezarı keşfeder. Bilim adamlarına göre bu mezarın Kral Pacal'ın (Pakal) mezarı olma olasılığı yüksek ihtimaldir. Sembollere göre bu kral; Palenque'de doğmuş, 12 yaşında Maya İmparatorluğu'nun başına geçmiş ve 80 yaşına kadar görev yapmıştır. İşte bütün sır kral mezarının bu lahit kapağının deşifrasyonundadır. Lahit kapağında işaret edilen yerler birleştirildiğinde, ortaya şu ifade çıkmaktadır: “4 Ahau 3 Kankin”(Maya takvimine göre). Çevirisi ise (Miladi takvim olarak): “21 Aralık 2012”dir. Günümüzden yaklaşık 3000 yıl önce yazılmış olan bu tarih neden ve niçin verilmek istenmiştir? Acaba gerçekten insanoğluna bir mesaj bırakmak ya da hatırlatmak mı istediler? Kur'an'da geçen ayetlerdeki “Sur'a üflenecektir.” ifadeleri ile Maya kehanetindeki bu hatırlatmanın, çarpıcı bir benzerlik içerdiğini görmemek mümkün değil. Mayalar bu mesajlarıyla kıyamet gününü işaret ederken; Kur'an'da geçen “Sur” içerikli ayetlerde de kıyametin sesle geleceğini işaret eder. Ancak kıyamet; “kıyam”dan gelir. Kıyam ise “uyanma ve ayağa kalkma” anlamındadır. Şayet uyanıp ayağa kalkılamaz ise, işte o zaman kıyamet kopabilir. Peki uyanmak nedir? Bunun “Sur” ile ilişkisi var mıdır? “Sur”; sesi, titreşimi ya da bir frekansı işaret eder ve tanımlar. İşte bu frekansın tam zirvesinde yer almaktayız. Çünkü Güneş Sistemi'miz, Samanyolu Galaksisi'ndeki yaklaşık 26.000 yıllık döngüsünün son evresini tamamlamak üzere girişini yapmıştır. Bundan sonraki süreç ise, tam 2150 yıl sürecektir. İşte bu sürecin adına, Foton Kuşağı denmektedir. Gelen tüm titreşimlere uyumlu bir frekansta olmamak, bu etkilere maruz kalmak anlamına gelebilir. Ancak gelişmiş bilinç seviyesi ile bu frekansa uyumlanmak da mümkün olabilir. Aslında bu bir aydınlanma , uyanma, ayağa kalkma çağına girişin işaretidir. Bu güçlü frekanslardan yerküremiz de payını almaktadır. Son yıllarda tüm dünyada gelişen doğa olayları (depremler, volkan patlamaları, tsunamiler gibi), eksen kaymaları bunun en belirgin kanıtı olmaktadır. Öyle ki, Nasa, 2010 yılını “Dünya Afet Yılı” olarak ilan etmiştir. İnsanlar üzerindeki etkiler ise, foton kuşağının etkilerini dönüştürecek bir bilinç olmadığı için; gelen enerjiye uyumlanamama dolayısıyla giderek artan kin, nefret, öfke, hırs, değerlerin hızla yok olduğu, dejenerasyonun had safhaya ulaştığı ve işlenen cinayetlerin önüne geçilemediği, çıkarlar için yapılan her türlü davranışın kol gezdiği bir hale gelmiştir. Kısacası dünya ve insanlık; kirlenmiş ve kirletilmiştir. Bu kirlilikten nasıl kurtulabiliriz? Bunun için gereken zamanımız kaldı mı? Şayet önümüzdeki 2150 yıllık aydınlanma sürecini iyi değerlendirebilirsek tekamül planında bir sıçrama şansını bulabilir miyiz? Bu her insanın “Ben”i için değil, “Kendi”si için yaptıklarıyla sınırlı olacaktır. Dolayısıyla kendisi için hiç bir şey yapmamış biri, başkaları için bir şey yapamayacaktır. Burada tek çaremiz sistem tarafından unutturulan içsel değerlerimiz ve ruhsal varlığımızın farkına varmaktır. Bu uzun soluklu yolculuk; bilgi, birikim, deneyim, akıl ve idrak ile, gelişmiş bir bilinç ve şuur ilişkisiyle kavranabilir.Bu yönümüzün ortaya çıkabilmesi için bize engel olan tek düşman “Ben”imizdir. Sistem, insanları “Ben”leriyle vurmayı çok iyi bilmektedir! Reklamlar, diziler, moda, vs.. gibi noktalara dikkatlice bakıldığında bu görülecektir. Doğa ve Evren yasaları yaratıcının bir yansıması ise, bütün işaretlerini ayan beyan vermektedir. Gerçekten uyanma ve ayağa kalkma çağı gelmiştir. 2012 yılında tüm insanlığın Dünya'da olma sebeplerini hatırlayıp, ürettikleri değerlerle hayatlarına bir anlam yüklemelerini dilerim. Not: (Geniş bilgi arayanlar için) Yukarıda bahsedilen Sur içerikli ayetler ile Maya Kehanetini anlatan bölüm; kaleme aldığım “ Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı” adlı eserde yer almaktadır. Araştırması Yazar Nimet Erenler Gülkökü.
 24.Aralık. 2011
KURBAN GELENEĞİ
Kurban bayramı ve kurban geleneği yaygın olarak İbrahim peygamber dönemine atfedilir. Hikayenin dini literatürdeki anlatımı şöyledir:
İbrahim peygamber ve eşi Sara’nın çok istemelerine rağmen çocukları olmamaktadır. İbrahim ve Sara geçkin yaşlarına rağmen Tanrı, onlarla bir anlaşma yaparak; dilerse onları çocuk sahibi yapabileceğini söyler. Sonuçta Tanrı sözünü tutmuş ve İbrahim’e bir çocuk vermiştir. Ancak bu çocuk Sara’nın isteği doğrultusunda, fakat cariyesi olan Mısır kökenli Hacer’den doğma bir erkek çocuktur. Adı Tanrı tarafından İsmail olarak konulmuştur. Anlamı Arapça “Tanrı duyacak” ya da “Tanrı işitir” demektir. Daha sonra Sara’nın da İbrahim’den bir oğlu olur ve yine Tanrı, ona, İshak ismini verir. Bu ismin anlamı da; “Gülecek”, “Güldü” demektir. 
İshak ve İsmail büyürler. Fakat İbrahim Sara’dan olan oğlu İshak’a karşı ayrı bir sevgi beslemektedir. Zira Sara onun eşi konumundayken, Hacer nihayetinde bir cariyedir. Bir gün Tanrı, İbrahim’in kendisine duyduğu sevgiyi ve sadakati sınama gereği duyar. İbrahim’e en çok sevdiği oğlu İshak’ı kendisine adak olarak adamasını ister. İbrahim, otuzunu aşmış oğlu İshak’ı yanına alarak Tanrı’ya kurban etmek üzere yola çıkar. Hazırlığını tamamlayan İbrahim, tam oğlunu kurban edecekken Tanrı’nın meleği İbrahim’e seslenir: “ İbrahim! İbrahim!”, “Gence zarar verme Ona hiçbir şey yapma. Çünkü şimdi Tanrı’dan korkan biri olduğunu biliyorum. Zira biricik oğlunu Ben’den esirgemedin.” der (Tora 22: 11-12). İşte o zaman İbrahim çalıların arasında bir koç görür. Oğlunun yerine bu koçu kurban eder.
O halde kurban geleneği insanların Tanrı’ya olan sadakatinin bir göstergesi midir? Yoksa Tanrı’nın emrini sorgulamadan yalnızca itaat etmesinin bir ritüeli midir? 
Tarihteki olaylar birbiriyle ilişkili gelişir ve değişir. Şayet Tanrı, İbrahim’den kurban istemiş ise bu geleneğin İbrahim’den öncede olduğunu işaret eden bir durumdur. İlk yaratılan Âdem ve Havva’nın oğulları Habil ile Kabil’in öyküsünü hatırlarsak; çoban olan Habil ve çiftçi olan Kabil, Tanrı’ya sunu götürürler. Habil sunu olarak en besili hayvanı seçerken; Kabil, tarlasından topladığı mahsulün kötülerini götürür. Tanrı Kabil’in sunusunu kabul etmezken, Habil’in kurbanını kabul eder. Bunu kıskanan Kabil, Habil’i öldürerek cinayet işler.
Bu metinler bize kurban geleneğinin İbrahim peygamberden daha eski olduğunu göstermektedir. Pekiyi, biraz daha gerilere gittiğimizde karşımıza ne çıkmaktadır? Sümer tabletlerinde insanın yaratılış anlatısında “bir Tanrı kanını akıtsın” ifadesiyle karşılaşıyoruz. Bir damla kan, bir insanın tüm özelliğini barındırır. ( Sümer tabletlerinde yaratılışı anlatan bölüm Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı adlı kitapta yer almaktadır) Aztek geleneğinde Tanrılara insan kurban edilmiştir. Bu tamamen yanlış bir anlamanın sonucudur. Kendi yaradılış öyküsünü dinleyen ve öğrenen insanın da, tıpkı tanrısı gibi kan akıtarak minnetini anlatma ihtiyacı duymuş olması olasıdır. Ancak İbrahim peygambere gönderilen koç; yalnızca hayvanın Tanrı’ya kurban edilerek olası bir yanlış davranışın önene geçecek sembolik anlatımı içermektedir. İşte Aztekler’in, Tanrı’ya insan kurban etmeleri bu yanlış anlamanın sonucudur. Tanrı’nın, kesilen bu kurbandan bir damla kan alarak kurban sahibinin alnına sürmesi ise; “ bir Tanrı kanını akıtsın” ifadesinin karşılığı olan sembole dönüşmüştür.

Yazan: 
Nimet Erenler Gülkökü 07. Kasım 2011

Röportaj: Antropolog Evren Bayramlı
Editör: Feryal Çeviköz

Kadim Bilgiler ve Kur'an


            Bir anlamı da Kelam-ı Kadim olan Kur-an'ı Kerim'de, “biz size bu bilgiyi yeniden hatırlayasınız diye indirdik” der. Acaba bu kadim bilgilere ulaşma yolunda Kur'an’ı farklı bir farkındalık içinde mi okumak gerekiyor? Onun içinde gizlenmiş bilgilere vakıf olmanın yolu nedir? İslam aleminin kutsal kitabına farklı bir açıdan bakan bir yazarla konuyu gündeme taşıdık.
            Kur'an-ı Kerim'in Apocryha’sı'nın yazarı Nimet Erenler Gülkökü ile Antropolog Evren Bayramlı'nın yaptığı röportajda, Gülkökü, Kur’anı okudukça aslında içinde gizlenmiş ayetlerin üstünün örtüldüğünü gördüğünü ve bunu fark etmesine, mistik eğitimiyle araştırmalarının katkısı olduğunu belirtiyor. Yazar, birbiriyle çelişen bazı ayetlerin, sanki kasıtlı olarak Kur’an’ın anlaşılmasına engel olduğunu vurguluyor.
            Nimet Erenler Gülkökü, 1965 Nazimiye (Elazığ) doğumlu. Doğu kültürüyle yoğrulmuş bir ailenin içinde büyüyen yazar aynı zamanda Şamanik geleneklerine de bağlı bir babaannenin yorum ve ritüellerinin izlenimiyle örülü bir çocukluk süreci yaşamış. 14 yaşına dek de bu Şamanik babaannenin doğaya ve yaşama bakışı ve bu bakışın günlük hayata yansımalarını deneyimleyerek büyümüş. Yazar o yaklaşımların kendisini çok düşündürdüğünü, hatta çoğunlukla anlamadığı halde bu ortamın, onun ruhsal şuurunu koruyucu bir işlevi olduğunu belirtiyor. Gölkökü, kitabını yazış süreciyle ilgili olarak; “Daha sonra bu ruhsal şuur arayışım devam etti. İçimdeki kendini bilmeye yönelik sesin peşine düştüm. 2002 de karşılaştığım bir Zen Ustası’ndan ezoterik bilgiler ve bunun yaşama uyarlanma şekillerini öğrendim ve öğrenmeye de devam etmekteyim. Yaklaşık üç yıldan beridir bu bilgiyi yüz yüze aktarıyorum ve öğretirken öğreniyorum.” demekte.

Sayın Nimet Erenler, sizi bu kitabı yazmaya iten etkenler nelerdir ve yazarken neler yaşadınız?
Yıllar önce Kur’an-ı Kerîm’i okumak istesem de anlayamadığım için kapatmıştım. Sonraki yıllarda tekrar denemiş olsam da bu kez de tamamını bitirememiştim. Yapmış olduğum bir sunum çalışması nedeniyle ki konusu İslam Dîni’nde Kur’an-ı Kerîm’in Apocryphası’ydı - bu çalışma, Kur’an-ı Kerîm’in Apocrypha’sı adlı kitabı yazmama neden oldu. Çünkü Kur’anı okudukça aslında içinde gizlenmiş ayetlerin üstünün nasıl örtüldüğünü gördüm. Bunda mistik eğitimimin ve araştırmalarımın büyük katkısı oldu. Birbirini çeliştiren ayetlerin adeta kastedilerek Kur’an’ın anlaşılmasına mani olunduğunu fark ettim. Örneğin kuranın bir ayetinde “dinde baskı yoktur” derken - bu bölüm kitapta geçmektedir - diğer bir ayette “kafalarını çatlatırcasına tebliğ edeceksin” diye bir zorlama vardır. Bu birbiriyle çelişen âyetlerin örneklerini çoğaltmak mümkün. Ancak amacımız, bu çelişkiler üzerine olmadığı için, bu konuyu detaylandırmıyorum. Zira bu kitabın amacı “kur’an’ın anası” olan kozmik ayetlerin anlaşılmasıdır.

Bu kitaba ezoterizm açısından bakıldığında değeri ve anlamı nedir?
Sorunuz için teşekkürler, Kur’anı Kerim’inbir diğer anlamı da Kelam-ı Kadîm’dir. Kelam-ı Kadîm, kadim sözler yani eski sözler demektir. Kuran’ın içinde, “biz size bu bilgiyi yeniden hatırlayasınız diye indirdik”, “onlar eskilerin sözleridir” şeklinde açıklamalar yer almaktadır.

Kitabınızda, “Mitler, pek çok konuda tarihsel gerçekliği kavramak adına son derece önemli veriler içerir. Ancak bu anlatıların süreç sürtünmesi ile aşınmaya uğramış olabilirliğini de dikkate almakta fayda vardır.” Diyorsunuz. Ezoterik bilgi için de aynısından bahsedebilir miyiz?
Ezoterik bilgi evrensel bir bilgi olduğu için sürtünme yasasına tabi değildir, çünkü o zaman boyutundadır yani Levh-i Mahfuz’dur, aslı oradadır. Oysa mitolojiler, kelime düzeyine inmiş nesilden nesile aktarılmış, aktarıldığı sürede sürtünme yaşadığı için aşınmıştır. Bununla beraber mitolojiler önemini korumaktadır. Çünkü içimizdeki bilgiye ulaşabilmek için anahtar görevi üstlenmektedirler.

Kur’an-ı Kerim’de eskilerin sözlerinden bahsedilmesine rağmen aynı zamanda yeni bir buluş olarak sunulan sicim teorisinden de bahsediyorsunuz. Eski ve yeni… Bunlar nasıl oluyor da aynı kitapta geçiyor?
Kur’an’da“Biz sizin gözlerinize bir perde indirdik” ifadesi, bugünkü bilimin keşfettiği sicim teorisini incelediğinizde birbiriyle ne kadar örtüştüğünü görebilmekteyiz. Sicim teorisi, membran olarak da geçer ki bu zar anlamına gelir. Maddenin, görünenin ardındaki görünmeyen yönüdür. Bu konuyla ilgili detay bilgi, kitapta yer almaktadır. Kuranın içinde de kozmik ayetler olduğu için orada da yer almıştır.

Kitabınızda, Kur’an’ın ifadelerini Gılgameş Destanı’ndan Hanok’un kitabına kadar bir çok konuyla ilişkilendiriyorsunuz. Belli bir ezoterik bilgi olmadan Kur’an’ı anlayabilmek mümkün değil mi?
Mümkün değil. Çünkü bilgi sahibi olmadan anlaşılamaz. Ezoterizmde, en az 17 bilim dalında birikiminizin olması şartını gerektirir, zira kadim dönemlerde mistizm, ancak bilge insanların taşıdıkları ve aktardıkları bir bilgiydi. Bugün tüm bilim dalları bu bilginin parçalanmış halleridir. Ondan dolayı herhangi bir konudaki bölümü bir kişi yaparken, diğer taraf hep bozulmak durumunda kalır. Örneğin, mideniz hastaysa, aldığınız ilaç tedavisinin yan etkileri göz ardı edilir ya da ruhsal durum göz ardı edilerek tedaviye devam edilir. O nedenden dolayı sağlıklı bir sonuca ulaşılamaz.

Kur’an’daki Kıyamet ile Foton Kuşağı etkisini de ilişkilendirmişsiniz. Bu süreçte yapılması gereken nedir?
Kuran’da Surla ilgili ayetlerde, son kıyametin sesle geleceği bildirilir. Aslında ses, bir frekans, bir titreşimdir.1962 yılında girilen Foton Kuşağı’nın ilk evresi, içinde bulunduğumuz günlerde zirvesini yapmaktadır. Dolayısıyla bu enerji kuşağının (bu vibrasyonun) yarattığı etki, insanlar üzerinde katlanarak devam ettiği fark edilir haldedir. Örneğin gazetelerdeki cinayet haberleri, insanların tatmin olmayan duyusal istek ve arzuları, hırs, nefret ve öfkenin arttığı, tahammülün giderek azaldığı, onursal değerlerin yerlerde süründüğü televizyonlarda dahi birbirine hakaret içeren üslupta davranan insanların oldukça rahat olmaları, açık örneklerdir.

Bu bahsettiğiniz konu bir kâbus senaryosuna benziyor oysa foton kuşağı, iki sarmallı genetik yapıdan 12 sarmallı bir genetiğe geçişin müjdesi gibi anlatılıyor. Burada bir çelişki yok mu?
İlk cümlelerimde, her ne var ise bunun katlanarak artacağını söylemiştim. Bu bilinç seviyesi ile ilgili bir durumdur. Eğer siz kendiniz için hiçbir yatırım yapmamış iseniz bugüne kadar ve salt dünyasal platformda yüzünüz dünyaya dönük bir bilinç seviyesinde yaşamış iseniz bu da katlanarak artacaktır. İşte toplumdaki bu fark bundan dolayıdır. İnsanlar adeta ikiye ayrıldılar: Negatif ve pozitif.

Kur’an’daki Allah bir yaratıcı mıdır yoksa putlardan ya da diğer ilahlardan birisi mi?
Allah; Allat ve El-İlah’tan gelir. İlahların en büyüğü anlamındadır. Bir yaratıcının tanımlanamaz olması akla daha uygundur. Yaratıcıyı bizim var etmemiz, ondan daha üst bir bilinçte olduğumuzu gösterir. Benim böyle bir yetkim yok.


Kitabınızda dişi-erkek, kadın-adam ayrımından bahsetmişsiniz. Âdem ve Havva’ya dişi ve erkek, Ninhursag’a da Kadın diyebilir miyiz?
Güzel bir soru- evet. Dişilik ve kadınlık kavramı, yine Sümer dönemine gittiğimizde 12 li tanrılar meclisinde yer alan Ninhursag’ın kadın kavramını bütünlediğini görüyoruz. Oysa Ninhursag’dan sonra gelen ikinci kuşaktaki ay tanrısı Sin’in kızı İnanna’da dişilik faktörünün öne çıktığını, iktidar hırsının güçlendiğini, yine Sümer tabletlerinde görebilmekteyiz. Bugün hala Anadolu’da var olan koca anne, Ninhursag, hemşire olarak anılmaktadır. Yani Anadolu erkeği, bir kadınla karşılaştığında ona ismiyle değil, hemşire hanım diye hitap eder. İnanna’nın hükmü ise, Afrodit’e taşınmış ve kadın olma, dişiliğe düşürülmüştür. Bu, insanlığın başına dert açan bir hale dönüşmüştür. Kadının rakibi, kadındır. Sistem, kadın üzerinden tüketimi, üremeyi güçlendirirken, ins-ân’lığı ve doğayı tüketmektedir. Kitabın üzerindeki nar ve vesica pistis sembolü, kadın olma bilincine bir davettir. Ancak bu şekilde insanlık, bu kirlenmişlikten arınma şansına ulaşacaktır. Kibele enerjisi, üreme, hırs, nefret, öfke, yok etme, tüketme, geriletme ise, Kıbâle enerjisi, sükûnet, dinginlik, bereket, çoğalma, gelişme, genişleme, dönüşüm içermektedir.

Kur’an’ın iktidar ve siyaset aracı olarak kullanılan bir ortamda böyle bir konuyu gündeme getirirken hiç korkmuyor musunuz?
Neden korkayım? Korkmam için kendimden emin olmamam gerekiyor. Yazdıklarımın hepsinin dayanağı vardır. Yaptığım çalışmanın bir insan olarak onurlu olduğunu düşünüyorum. En azından Kur’an’ı okuyup anlamak isteyenlere saygılı davrandığım fikrindeyim. İnanç sahibi olanlara onların kendilerine duydukları saygıdan daha çok saygı duyduğumu düşünmekteyim. En başta kendime saygı duymaktayım. Korkulması gereken bir şey yok. Anlayabilmek için ise çok şey var!

Bu Ropörtaj 3. Göz Dergisi'nin Şubat Sayısında Yayımlanmıştır.

Röportaj: Hale Karaarslan | Sayı 67 | Nisan 2011
Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı
Nimet Erenler Gülkökü ile Söyleşi
Yazar Nimet Erenler Gülkökü’nün, Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı kitabını okuduğumda, bu kitabı İndigo Dergisi okuyucusuyla buluşturmak isteme sebebim, kitabın Kur’an’ın önemli ayetlerine yer vermesi ve Kur'an'ı okumak istedikleri halde okuyamayanlar ya da anlamayanlar için iyi bir başlangıç kitabı olacağını hissetmemdi… 
Yazar, İslamî geleneklere yabancı bir kültürde büyümüştür. Buna rağmen İslamiyet ve Apocrypha adlı bir sunum araştırması sırasında Kur'an'ı incelemek amacıyla okurken; ayetlerin gizlenmiş, üzerlerinin örtülerek çarpıtılmış olduğunu gördüğünde bunların anlaşılabilmesi için ''Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı'' adlı kitabı yazmaya karar vermiştir. Dolayısıyla, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın topluma bir katkı sağlamayacağı düşüncesiyle yola çıkmıştır. 
RöportajHale Karaarslan

Nimet Erenler Gülkökü kimdir?
“Kim” ifadesi belirsizlik, bilinmezliği içeren anlamında olduğuna göre,  bu sorunuza cevap vermem hem çok kolay hem de çok zor. Ancak, her insanı karakterize eden özellikleri olduğu gibi beni de karakterize eden birtakım özellikler var. Bunu şöyle ifade edebilirim: Öğrenmeye, bilgiye ve bilmeye olan, neredeyse tutku diyebileceğim ölçülerde bağlılık ve bunlardan yola çıkarak gelişmek. İşte görüldüğü gibi bu açıklama hakkımdaki belirsizliği ortadan kaldırmaya yetmedi. O zaman “kim olduğum”, hakkımda söyletebildiklerimdir diyerek noktalayalım. 
İlk kez bir kadın olarak Kur'an üzerine bir kitap yazdınız. Bu, İslâm toplumunda çok alışık bir durum değil. Siz, İslâm düşüncesinin neresindesiniz? 
Aslında İslâm'a yakın bir aile kültüründe büyümediğimi söyleyebilirim. Bu nedenle İslâm kültürünün dışında Şamanik kökenli Alevî kültürden gelmekteyim. Ancak dinler tarihi geçmişi anlamak adına oldukça önemlidir. Her konuda olduğu gibi, fikir sahibi olmadan önce bilgi sahibi olmak gerektiğini düşünenlerdenim. O nedenle ilgilendiğim Ezoterizm ve bu konudaki araştırmalarım dolayısıyla sağladığım birikimim “Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı” adlı kitabı yazmama kaynak oldu. Aslında Kur'an üzerine bir kitap yazmayı hiç düşünmemiştim, ancak yolculuk beni buraya taşıdı! 
Din ya da dinler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yukarıda da belirttiğim gibi insanlık tarihinde dinlerin büyük bir önemi vardır. Din aslında zirve, uç demektir. Fakat dinler tarihini araştırdığımızda; dinin, “İnsanlığa” zirve yaptırması -geliştirmesi- gerekirken tam tersine gerilettiği görülmektedir. Burada ayırdedilmesi gereken ince bir nokta vardır: Din, gerçekten evrensel bir bilgiyi içinde barındırırken; günümüzden yaklaşık beş – altı bin yıl önce tersine işletilerek düşürülmüş, amaç araca dönüştürülmüştür. İnsanların ruhsal benliklerine ait olan, aslına rücû etme hissiyatları ise dinin cazibesini beslemiştir. Bu sorunuzun detaylı cevabı kitabın son bölümünde ele alınmıştır.
Kitabınızdan birkaç cümleyle bahsedecek olsanız, neler söylemek istersiniz? Bu kitabı yazmak isteme düşüncenizi paylaşır mısınız? 
Toplumumuzda çoğunlukla inanca dayalı bir kabullenme geleneği söz konusudur. İnsanlar, inandıkları şeylerin nedenlerini sorgulama ihtiyacı duymadan, İslâm'ın beş şartını yerine getiren her müslümana cennetin kapılarının açılacağını düşünürler. İşte bu bir yanılsamadır. Pekiyi, Kur'an'da da geçen sorgu melekleri öte âleme geçmiş birine, “kendin için ne yaptın?” sorusunu sorduğunda verecek cevabı hazırlamış mıdır ya da cevabı biliyor mudur? Bu yalnızca bilmekle mümkündür. Sorunuzla bağlarsak; Kur'an'ı okumak istedikleri halde anlamayanlar için iyi bir başlangıç kitabı olacağını düşünüyorum. Hatta Kur'an'ı okudum, anladım diyenler için dahi farklı bir görüş açısı sunmaktadır. Zaten okuyucudan gelen ifadeler de bunu doğruluyor. Yıllar önce Kur'an'ı okumak istediği halde anlayamamış biri olarak bugünkü birikimimle şunu söyleyebilirim: Kur'an'ı karmaşık ve anlaşılmaz kılan en önemli husus, birbiriyle çelişen ayetlerin arka arkaya yazılmasıdır. İşte bu durum kişide de çelişki yarattığı için özellikle Kur'an'ın anası olan kozmik ayetlerin anlaşılmasına mani olmaktadır. İşte, kitabın ismi de bu nedenle “Apocrypha” olarak belirlendi. “Apocrypha”gizlenmiş, saklanmış, üstü örtülmüş demektir.
Kitabınız 2010 Aralık ayında yayınlandı, okuyuculardan geri dönüşler nasıl?
Tam düşündüğüm sonuçları almaktayım; yavaş, ancak sağlam. Genel yaklaşımlara dair şu cümleler dikkat çekici: Çok farklı açıklamalar; birçok sorumun cevabını bu kitapta buldum; ayetleri nasıl bu kadar özenle ve dikkatli seçebildiniz; çok kolay okunuyor; kitap, insanı adeta içine çekiyor gibi. Eleştiriler de var tabii, şöyle ki; daha kitabın ilk sayfasını açtıklarında, neden Peygamber Efendimize (SAV) kullanılmadı  diyerek tepki verenler!
‘Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı’nı kimler için yazdınız? Belli bir hedef kitleniz var mı?
Bu kitap hiç bir “izm”in değil, yalnızca kendi “izm”inin peşinde olan herkes için kaynakça niteliğinde bir kitap olarak hazırlandı. 
Kitabınızda (Kur'an-ı Kerim'in Apocryha'sı) Kur'an'ı, kendi ayetleriyle açıklayarak mı yorumladınız? Aynı zamanda bir yorum kitabı diyebilir miyiz? Ve yorumlarınızda faydalandığınız kaynak vs. var mı?
Evet, Kur'an'ı; kendini, kendi ayetleriyle açıklayarak yazılmış yorum kitabı diyebiliriz. Kitabın alt başlığında da buradan esinlenilmiştir (Kur'an'a Dair Bir Ta'likat). Faydalandığım pek çok kaynakça oldu. En başta Sümer çivi tabletleri olmak üzere Maya kodeksleri, çeşitli mitler, Sembolizm, bilimsel makaleler ve Nasa raporları gibi. Ayrıca en önemli ana kaynaklarımdan biri ise, kitapta zaman zaman bahsettiğim ve birebir kendi ifadelerini aynen aktardığım Zen Ustası'ndan almış olduğum ezoterik öğreti ile bu öğretiden çıkardığım sentezdir.
Size göre Kur’an yoruma dayalı yazılmış bir kitap mı? Ve niçin Kur’an düz bir şekilde okunamıyor, verilmek istenen mesajlar bu yolla niçin direkt verilemiyor? Ya da Kur’an, nasıl okunacağı ve yorumlanacağı ile ilgili bilgilendirme yapıyor mu?
Sorunuz çok güzel, teşekkürler! Yoruma dayalı değil, hatta bazı âyetlerde hiç bir şekilde sorgulanmaması gerektiğinin mesajı verilir. Bu minvalde bakıldığında, adeta kastedilerek üstü örtülmüş, anlaşılması zorlaştırılmış gibi görünüyor. Şayet amaç Kur'an'ın anlaşılması olsa idi buna gerek olmazdı. Anlaşılmasının istenmemesi ise bilginin güce dönüştürülmesine götürür. Sonuçlar ortadadır!
Kur'an'ı eline alıp, şöyle bir okumuş ve biraz da kulaktan dolma bilgilerini paylaşan pek çok insan görüyoruz. Bunu önlemek için neler yapılabilir? Kitabınızda bu anlamda bir yol gösteriyor musunuz? 
Şayet okuyucu bu kitabı tercih ederken; önyargılardan uzak, yalnızca anlamak için başvuracağı bir kitap olarak tercihini kullanırsa çok önemli bir bilgi kaynağına da ulaşmış olabilecektir. Ancak herkes kendi akıl, izan ve marifeti çerçevesinde bir sonuca ulaşacaktır. Kulaktan dolma bilgiler eksik, çarpık ve yetersiz olabilir. Ayrıca kimse “Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı” adlı kitabın her yazdığını kabul etmek zorunda değildir. Özgür iradesini ve aklını kullanarak başka kaynaklardan da araştırma ve karşılaştırma yaparak edindiği bilgileri kendileştirme hakkını kullanarak, çok daha sağlıklı bir sonuca ulaşacaktır. Bunun altını özellikle çizmek isterim. 
“Sen ve Kendin” ilişkisi; “Her benlik, yanında bir güdücü, bir de tanık olduğu halde gelir.” Kur'an'ın Ankebut Suresi'nde. Güdücü ve Tanık ile kastedilen kimdir? Sen-Kendin ilişkisi ile ilgili, Kur'an'dan; “Seni / Sana okutacağız da unutmayacaksın.” (A’la/6) suresiyle ‘Kendini bil, kendini tanı’ ya da Yunus Emre’nin “Bir ben var, benden içeri’ sözlerinden de yola çıkarak, kendimizi tanımaya nereden ve nasıl başlanmalı yorumlayabilir misiniz kısaca?
Kur'an'da yer alan güdücüde, her insanda var olan güçlü yaşama arzusunu barındıran içgüdü kastedilmekte. Ya da içgüdülerin biraz daha rafine hali olan “Ego”nun kastedildiğini de söyleyebiliriz. Tanık ise, her insanda var olan ve onu kendisi yapan şey. Bir başka açıdan Sen ve Kendin ilişkisidir. İnsanın kendini bilmesi çok kadim bir öğretidir. Mısır'daki Keops pramitinde inisiyasyon eğitiminin verildiği ana giriş kapısında ''Kendini Tanı'' ya da  ''Kendini Bil'' yazdığı belirtilir. Bu inisiyasyon bilgisi Hermes tarafından kullanılmış, böylelikle unutturulmamış bir bilgidir. İşte, bir diğer anlamı da “Kelâm-ı Kadîm” yani “Kadim Sözler” anlamına gelen Kur'an-ı Kerim, bu eski sözlerin bir hatırlatmasıdır. Kur'an, ''Biz, size bu bilgiyi yeniden hatırlayasınız diye indirdik'' der. O halde kendinizde olanı bilerek bunu farkındalığa taşıdığınızda unutulmasının söz konusu olamayacağını anlatmaktadır âyet. Bu bölümü açabiliriz ancak çok uzayacaktır. İlgilenenler için detaylar kitapta mevcuttur. Kendimizi tanımak için nereden başlamak gerektiği sorunuza gelince: Çok basit, aynı zamanda çok karmaşık! Örneğin, sadece hissettiğiniz şekilde ve içinizdeki sesi dinleyerek ''Ben kimim?” sorusunu sormaya başladığınızda, bu yol sizi mutlaka kendinize götürecektir. Tabii ''Ben oynamıyorum!'' seçimini her an kullanabilirsiniz.
İçimdeki erkek - İçimdeki kadın, ‘eril-dişil’ içimizdeki eril ve dişil yön ile ilgili olarak; “Allah size kendi benliklerinizden eşler nasip etti” (Nahl/72) suresiyle ilgili yorumunuz nedir?
Her kadının içinde bir erkek, her erkeğin içinde de bir kadın vardır. İçinizdeki eril yön aklı, dişil yön ise sezgilerinizi temsil eder. Bir kadın, içindeki erkeği keşfedebilmek için cesaretli, kararlı ve savaşcı yönünü karşısındaki erkekten beklemek yerine kendindekini farkedip kullanabilirse; bir erkek de içindeki kadını anlamak adına sezgilerini keşfederek yaratıcı, koruyucu, şefkatli yönlerini geliştirirse; bu her iki kimlik, önce kendi içindeki bütünlüğe ulaşır ve özgürleşirler. Özgürleşen kadın ve erkeğin kendilerini yansıtmasında birbirleri üzerinden değil, öncelikle kendileri vardır. Buna rağmen birliktelik devam ediyor ise, artık o birliktelik “Bağımlılık değil bağlılıktır!”. Çiftler arasındaki şiddetli geçimsizliklerin temelinde ise kendi içindeki karşıt cinsini keşfedememiş, dolayısıyla kendindeki eksiği ancak karşısındakinden isteyerek tamamlayacağını sanan bir bilinçsizlik hali vardır.
''Allah size kendi benliklerinizden eşler yarattı.'' ifadesi ise çok daha derin bir anlam içermektedir. Kısaca: Önce ruhlar vardı ve ruhların cinsiyeti yoktu. Sonra bu ruhlar ikiye ayrıldılar, fakat bu ayrılmada kendi içlerindeki bütünlük korunmaktaydı. Böylelikle biri diğerini kavrayabilecek ve bu yol onları 'Bir'leşmeye taşıyacaktır.
Kur'an'da yer alan; “Kendisinin ilahi olarak kendi duygu ve arzusunu almış kişiyi gördün mü? Allah onu bir ilim üzerine saptırmış, kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış, gözünün üstüne de bir perde çekmiştir…(Casiye/23) suresine göre aslında insan tekamülü için bir çeşit oyun mu oynuyor? Ve oyunda uyanması, görünenin ötesindekindekini görmesi için kendine mi uyanıyor?
İşte bu ve benzeri ayetler kozmik ayetlerin dışındaki ayetlerdir. Kafaları karıştırmaması için bu ve benzer âyetlere açıklama getirmenin sağlıklı olmayacağını düşünüyorum. Dikkat edilirse âyetin içeriğinde anlam var gibi ancak adeta bilgi güce dönüştürülmüştür. Böylelikle sorunuzda üstü örtülmüş âyetlerden bir örnek vermiş olduğunuz için tekrar teşekkürler.
Kitabınızdan yola çıkarsak, size göre tekâmül değişim değil, dönüşüm sanırım… Tekâmül yalnızca insanlar için midir?
Evet ruhsal tekamül bir “Ref” olma halidir ve bir gelişmedir. Gelişim olmazsa tekâmül de olamaz. Çünkü değişim bir süreci anlatırken; tekâmül, yücelişi getiren bir olgunlaşma hali ya da başka bir ifadeyle sentezdir.
Reenkarnasyon ile ilgili olarak; De ki, ortak tuttuklarınız içinde, yaratışa başlayan, sonra, yarattığını çevirip bir daha yaratan kim var?” De ki, “Allah! Yaratışı başlatır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. O halde, nasıl oluyor da başka bir yöne döndürülüyorsunuz?” (Yunus/34) ayeti ile, “…Siz ölülerdiniz, o sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve sonra diriltecektir. Nihayet O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara/28) ayetleri ile anlatılmak istenen nedir?
Bu ayetlerin önemi şudur: İslâm'da yok sayılan enkarnasyon düşüncesine Kur'an cevap vermektedir.
Sanal-Gerçek, Gerçek-Sanal ilişkisi konusunu ele almışsınız ve soruyorsunuz biz de size soralım; ‘Pekiyi, tartışmasız olarak gerçek; yaşamak mı, yoksa ölümden sonrası mıdır?
Nereden bakarsanız o kadarını görürsünüz! Yaşamak dediğimiz şey ölüme göre; ölüm dediğimiz şey yaşama göredir. Şeyet birini diğeriyle ayırarak bakar isek bütünü kaybederiz. Oysa öyle bir noktadan bakabilmeliyiz ki, bütünü görebilelim. O halde biri diğerindedir, iç içedir dersek ve her ikisini buluşturabileceğimiz noktanın da zihin olduğunu söylersek yeterli olur mu?
Size göre; Kur'an'daki 21. (Enbiya suresi) “Yaklaştı insanlara hesapları! Ve onlar ise hala gaflet içinde yüz çevirip durmadılar.”, “Rablerinden kendilerine ulaşan, söze bürünmüş her yeni öğüt ve hatırlatmayı anca eğlenerek dinliyorlar.” (Enbiya/1-2) Suresi, Mayalar’da anlatılan 2012’ye benzer bir yok oluştan mı bahsediyor? Sizce 2012 gerçekten yaşanacak mı?
Mayaların 2012 anlatımını bütünleyen ayetler “Sur” ile ilgili olanlardır. Yukarıdaki ayet ise uyarı niteliğinden çok korku psikozunu çağrıştırmaktadır. Evet, elbette bu döngü geçmişte de oldu; şimdi de oluyor; gelecekte de olacaktır. Ancak birileri uyuyor ise siz onu uyandıramazsınız.  Uyanmak istiyor ise, talep şartı gereklidir. Yani Kur'an'ın kozmik ayetlerine göre zorlama yoktur.
Kitabınızın 190'ıncı sayfasında Dünya'nın eksen kaymasından bahsediyorsunuz. Bu konuda Kur'an'la nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Kitapta eksen kaymalarına örnek olarak Hanok'un kitabından örnek vermiştim. Kur'an'da eksen kaymalarına dair net bir açıklamanın yer almadığını düşünüyorum. Buna rağmen kıyamet alametlerine dair ayetlerde konuya ait bazı ipuçlarına rastlayabilirsiniz.
Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi'nde sizi konu alan makalede, Kibele ve Kıbâle enerjisinden bahsetmişsiniz, biraz açar mısınız bu iki farklı enerji ifadenizle ne anlatmak istiyorsunuz?
Kadın doğası gereği hem var eden hem de yok eden bir güce sahiptir. Şeyet bu güç dişil bir enerji “Kibele” olarak kullanılıyor ise; yani hırs, istek, arzu, tutku, nefret, öfke, üreme ve tüketmek üzere hep alma hesapları yaparak yaşıyor ise, kendini ve her şeyi tüketeceği sonucunu doğurur. Şayet bir dişi kendisini “Kadın” kavramına taşıyabilmiş ise; dingin, sakin, gelişen, geliştiren, çoğalan ve var ederek dönüştürücü bir enerjiyi kullanmaktadır. İşte bu enerjinin temsilcisi, başhemşire Ninhursag'tır (Kıbâle). Dünya, “Kıbâle” (hemşire) bilincinden  “Kibele”ye, oradan da Afrodit'e  kadar düşürüldü. Dünya ancak “Kıbâle” bilinci ile kendi yaralarını sarabilecektir. İşte bir dişi ve bir kadın arasındaki fark da burada saklıdır.
Kitabınızda birinci kitabın sonlarına gelince diye bir ifade kullanıyorsunuz? İkinci kitap gelecek anlamına gelir ise; bu ikinci kitabın konusu ne üzerine olacak?
Dinler tarihinde “Tora” üzerine bir çalışma yapmaktayım. Orada da ilginç noktalar var.
Nimet Hanım, böyle bir kitabı yazmak isteme gönüllüğünüz, tüm araştırma ve çalışmalarınız doğrultusunda insana tuttuğunuz ışık ve gönül için size çok teşekkür ederim. Kitabınızla ilgili olarak, İndigo Dergisi olarak yaptığımız söyleşimiz için ayrıca teşekkürler…
Ben de size teşekkürler diyorum. Kitabı okumuş biri olarak sitayişkâr ifadenize ve bilgi paylaştıkça büyür şartındaki katılımınıza, ayrıca teşekkürler…

(Bu ropörtaj http://www.indigodergisi.com adresinde yayımlanmıştır.)

Kuran'ın gizemlerini anlattı !

Kuran'ın gizemlerini anlattı !
"Kuran-ı Kerim'in Apocryphası" kitabının yazarı, HABER3.com'a konuştu, Kur'an'ın bilinmeyenlerini anlattı...
HABER3 ÖZEL RÖPORTAJ
Ebru Eğinlioğlu


Her röportajım benim için yeni bir dünya, yeni bir bilgi demek. Her konuğum bu açıdan çok önemli.

Ancak Nimet Erenler Gülkökü yani; “Kur’ an-ı Kerim’ in Apocrypha’sı”nın yazarı.

Sümer tarihinden, dinler öncesi dönemden başlayıp Kur’ an-ı Kerim’ e kadar olan kutsal kitapları araştırmış, yaklaşık 10 yıla varan araştırma süresinde de, çok çeşitli kaynaklara dayanarak, Kur’ an’ da geçen gizli sırları gün ışığına çıkartmış.

Pek çok kişinin düşündüğü ama dillendiremediği konulara değinmiş. Kitap kapağından, sonuna kadar pek çok sır ve anlamla yüklü.

İnanmak, inanmamak, beğenmek, beğenmemek tabii ki sizlerin en doğal hakkı.

Araştırmacı yürek ve zihinlere bir anlam ifade etmesi dileğiyle...


Önce bu kitap ilk kitabınız mı? Neden böyle bir kitabı yazdınız? Niye ihtiyaç hissettiniz?
Evet, ilk kitabım. Aslında Kur’an’a dair bir kitap yazacağımı hiç düşünmemiştim. Çünkü şamanik kökenli bir aileden geliyorum. Babaannemin güneş ve doğayla ilgili öğretileri, her sabah güneşi selamlaması ve doğayla olan ilişkisinin etkisinde büyüdüm. Aynı zamanda Alevi’lerde, ocak kültürü de çok önemlidir. Bu şu anlama gelir: Geleneğe göre “ocak” sahipleri; bilginin taşıyıcısı, koruyucusu ve aktarıcısıdır. Sanıyorum, ocaklı bir s0ykökten gelmenin izlerini de taşıyorum. Düşüncelerimizde Alevilik anlatılmaz, yaşanır. Dolayısıyla İslâm geleneğinden uzak bir kültürdür. Ancak; insanın içinde bir arayış vardır ya.. Ben de işte yıllarca böyle bir arayışın içinde oldum. Yaşamın yalnızca yemek içmek, giyinmek, uyumak, mal mülk sahibi olmaktan ibaret olmadığını düşünenlerdenim ve dünyaya gelmemizin bir anlamı olduğu inancındayım. İşte bu düşünceler beni araştırmaya yöneltti. Ayrıca yaşamımda en az babaannem kadar önemli olan ve beni yetiştiren Zen ustasına sonsuz şükranlarımı ifade etmeyi bir borç bilmekteyim. Kitabımda zaman zaman kendisinin ifadelerine yer verdim.

1.20110822115539.jpg

Kadim Bilgiler derken, bunlar dinsel mi, yoksa Şamanik bilgiler miydi?
Kadim bilgiler dediğimiz zaman; günümüzde unutulan, doğaya ait ve evrensel olan bilgilerdir diyebiliriz.

Peki, içimdeki arayış çocukluğumdan başladı dediniz. Neydi bu sorular? Kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, şeklinde miydi?
Aynen öyle, öncelikle insanın dünyaya gelmesinin bir amacı olduğunu düşündüm. Yaşam benim için yemek, içmek, üremek değildi. Bunun ötesinde de bir şeyler olduğunu hissediyordum. Uzun yıllar sonra bir Zen ustasıyla karşılaştım. Aslında farkında olmadan ifade ettiğim bazı cümlelerin açılımını onda görünce bunları irdeledim. Yaklaşık 10 yıldır Zen disiplini öğretisi içinde öğrenirken öğretiyor, öğretirken öğreniyorum. Bir gün bana teklif edilen bir sunum konusu nedeniyle, araştırmalarımı daha sağlıklı yapabilmek üzere Kur’ an-ı Kerim’i okuma gereği duydum. İşte o zaman çok etkilendim. Çünkü, öğrendiklerimle Kur’an’ın üstü örtülü ayetleri çok örtüşüyordu.

İlk ne zaman okudunuz?
Yaklaşık 3 yıl önce. İşte o günlerde Kur’anın içeriğinin ne kadar bilinmediğini düşünerek bu kitabı yazmaya karar verdim.

Apocrypha kelime anlamı olarak nedir?
Grek dilinde üzeri örtülmüş, gizlenmiş bilgi demektir.

Giz veya sır da denebilir o zaman?
Evet, halktan gizlenmiş bilgilerdir.

Böyle bir kitabı yazmak cesaret işi ama siz mutlaka çok sâfiyane duygularla, insanlara kendi tecrübelerinizi anlatmak istediniz. Hangi kaynaklardan yararlandınız?
Kitabın arkasında belirttiğim kaynaklar ve yıllara dayanan birikimlerim diyebilirim. Yüzlerce kitap okudum ve halen de okumaktayım.

Sezgilerinizi de kattınız mı kitaba?
Zaten Zen disiplinin içinde, sezgilerinizi kullanabilme yeteneği de vardır.

Peki, şöyle bir paragrafla başlayalım. Putlarla ilgili bir ayeti ele almışsınız; ‘’Muhammed’ in, Kâbe’deki putları yıktırmasına rağmen köklü Arap geleneğinin günümüze kadar devam ettiğini söylemek, abartılı olmasa’’diyorsunuz. ‘’Kâbe ziyareti başta olmak üzere, Hacer-ül Esved’e gösterilen aşırı bilinçsiz ilgi, müze ve camilerde sergilenen “Sakal-ı Şerif”ler, çeşitli anıt ve mozoleler, türbeler, erenler, yatırlar v.s kutsal emanetler üzerinden uygulanan inanç istismarları!’’ diye de devam ediyorsunuz.
Evet, kitabın içinde putlara dair bir bölüm de var. Burada zarf ve mazrûf ayrımı söz konusudur. Yani şekilde kalmak veya özde olmak. Burada bir mesaj var aslında. Yani şekle mi tapınacağız, yoksa özü mü anlayacağız?

Peki, o öze gitmek için şekilden geçmek gerekmiyor mu?
Hayır, o şekildir sadece. Yani Muhammed’ in sakalının insanın farkındalığına katacak hiç bir anlamı yok. Oysa Kur’an, içerisinde çok öz bir bilgiyi içerir. Kalanı da tekrarlardan ibarettir.

Oralara geleceğiz. Bu put konusunda türbelerde, insanlar dua ediyorlar. Oradaki yatan kişiden Tasavvuf lisanı ile Zat’tan. Belki yanlış olan, Yaratan’dan değil de, oradaki kişiyi sembolleştirmek, yani sizin deyiminizle putlaştırmak değil mi?
Evet. Bakınız, inanç iyi bir şeydir. Ancak, toplumda anlaşıldığı şekilde değildir.
Bence inanç şudur: Araştırırsınız, soruşturursunuz, aklınızın ve marifetinizin sınırlarına kadar geldiğinizde; artık daha ileri gidemiyorsanız, geldiğiniz o nokta inanç noktasıdır. Oysa insanlar, çoğunlukla Kur’an’a okumadan inanıyorlar.

1.2.20110822115539.jpg

Çünkü bu bizim doğumumuzla gelen bir şey değil mi. Müslüman bir ülkede yaşıyor, yine Müslüman bir ailede yaşıyor, doğuyor ve ölüyoruz. Otomatikman Müslüman olarak doğuyoruz zaten. Bir seçim olmuyor.
Size katılıyorum Ebru Hanım. Ancak yine de, sorgulamadan kabul ettiğimiz inanç hakkında bir şey bilmiyorsak, bize nasıl katkısı olur diyorum?

Peki, inancın pozitif bir etkisi yok mudur insana?
İnsan, inanç sayesinde ulaşmak istediği düşüncesine yakınlaşır, farkında olmadan bir kanal oluşturur. Ama bu durum aslında kendi yarattığı enerjisidir. Bunu ancak çok çaresiz kaldığında kullanır. Oysa bunu, aynı zamanda yaşamının her alanında kullanabilme yeteneğine sahiptir. Birinci örnekte, istediği şeyi bilinçsizce ve yalnızca içgüdüleriyle gerçekleştirirken, ikinci örnekte bilinçlilik söz konusudur.

O zaman bir zararı yok faydalı bile denebilir?
Bakış açısına göre değişir diyorum.

Benim en çok önem verdiğim bilginiz; Kur’ an içerisindeki bir kısım ayetlerin kesin olduğunu, bazılarının ise şüpheli olduğunu söylüyorsunuz, bu ne demek şimdi?
Şöyle söyleyeyim; kitabımda, aslında “şüpheli” ayetlerin üzerine fazla düşmedim. Bu “şüpheli” ayetler üzerinde duran başka yazarlar da oldu. O ayetlerin üzerinde o kadar çok duruldu ki, ortaya anlamsız bir yorum karmaşası çıktı!

Asıl olan; Sümer çivi tabletlerinin, Kur’ an’ı anlamada çok büyük katkı sağlamasıdır. Turan Dursun bu bilgiler çerçevesinde bir kitap çıkarmıştı, biliyorsunuz. Ardından İlhan Arsel de onu takip etti ve şüpheli ayetleri kendilerince konu ettiler. Ancak ben diyorum ki; Kur’an’da yer alan şüpheli ayetler yerine, Kur’an’ın özü olan ayetlerin incelenmesinin insanın farkındalığına muhakkak bir şeyler katacağıdır.

Dinler, özünde bugünkü bilime kaynaklık edecek kadar güçlü bir bilgiyi içerir. Zaten din “zirve” demektir, ancak özünden giderek uzaklaştırılıp şekle dönüştürülmesi de insanlık için trajik bir kayıptır.

Bu söylediklerinizden şunu mu anlamalıyız. Kur’an’ın içinde bilime dayalı ayetler vardır ama aynı zamanda şüpheli ayetler de mi oluyor?
Size şöyle bir örnekle cevap vereyim: Muhammed, eşlerinden biriyle evlenirken gerdeğe girmesi gerekiyor ve gelen misafirin geç vakte kadar oturması hoşuna gitmiyor. Ve ertesi gün bir ayet geliyor; Ey inananlar Muhammed’ in evinde böyle özel günlerde onu çok meşgul etmeyin mealinde. Şimdi aklın yoluyla baktığınızda bir Yaratıcı böyle bir ayet indirir mi? Bu arada Tanrı ve Yaratıcı arasında da fark vardır. Onu da belirteyim. Tanrı kelime kök anlamı olarak efendi demektir. Yaratıcı; tüm evreni yaratan güç demektir. Yani Tanrı ve Yaratıcı da karıştırılıyor.

Peki, o ayeti nereye koyuyorsunuz?
Şüpheli ayetler bölümüne. Kitapta bahsettiğim ve Kur’an’da da gördüğüm; “O yaman aldatıcı sizi ALLAH ile aldattı.” şeklinde bir ayet vardır. Böyle bir ayetle karşılaştığımda açıkçası çok sarsılmıştım.

Yani Kur’an bu konuda hemen kendi içinde konuyu cevaplıyor o halde. O Muhammed’ in aile hayatı ile ilgili ayetten sonra inmiş olmalı?
Bunu bilemiyoruz. Zaten ayetlerin iniş sırasına göre düzenlenmiş bir Kur’an; bir de ayetleri farklı sırayla düzenlenerek yayımlanan Kur’ an vardır. Ancak daha çok kabul gören farklı şekilde düzenlen Kur’andır.

Kur’ an ayetleri peygamber efendimize iniyor fakat kendisi okuma yazma bilmediği için en yakınındakilere aktarıyor vahiyleri ve o şekilde Kur’an derleniyor. Hemen aktarılıyor mu bu bilgiler yoksa hangi aralıklarla kitap haline geliyor?
Şüpheli diyorum ben. Kur’an’ın, Ömer zamanında derlendiği söylenir. Tabii biz bu bulgulara tarihsel veriler ışığında ulaşabiliyoruz. Ama ben derim ki; bu ayrıntıların insanın ruhsal gelişimine bir katkı sağlamayacağıdır. Sonuçta Muhammed dediğimiz kişi de bir insan, onun da bir hayatı var ve bu saygıyı gerektirir. Önemli olan peygamberin hayatı mıdır, yoksa Kur’an’ın içindeki ayetler midir? Aksi takdirde özel yaşımı irdeleyen magazinsel bir yaklaşım olur. İşte bu yaklaşım evrensel bakışı ve Kur’an’ın aslında vermek istediği mesajı engeller.

Diyorsunuz ki Kur’ an’ ı anlamak herkesin harcı değil, bunu ancak abdallar, evliyalar, erenler, mürşitler anlamınca bilir. O zaman herkesin okuyup, yorum yapacağı bir şey değil?
“Kur’anı anlamak herkesin harcı değildir.” ifadesi bana ait değil. Bu yaklaşım Kur’an’a aittir. Ancak emin olun ki, bu kadar araştırmam olmasaydı ben de, Kur’an’ı bu şekliyle anlayamazdım. Çünkü kapalı olan bir şeyi anlamak için bilgi birikimine ihtiyacınız var. Kitabımın girişinde de görüleceği üzere, Al-î İmran suresinden aldığım şekliyle ancak ilim sahipleri okuyabilirler. İnsanlar genellikle kolay düşünmeyi tercih ederler. Örneğin bir anket yapılsa, acaba Kur’an-ı Kerim’in anlamını kaç kişi bilebilir. Kur’an, kelime anlamı olarak; “Kelamı Kadim”dir yani “Kadim Sözler” demektir. Onlar eskilerin sözlerinin bir tekrarıdır. “Bir hatırlatıcı”, “Bir uyarıcı” olduğu açıklamaları ayetlerde de belirtilmektedir.

Tevrat ve Zebur’a mı dayanıyor o halde?
Çok daha geriye gidiyor. İkinci kitap çalışmamı “Tora” üzerine yapıyorum. Mesela Kur’an’da geçen “ALLAH” kelimesi Tora’da, “AŞEM” olarak geçiyor. Biraz daha geriye götürürsek Sümer tanrılarının savaşı gibi geliyor. Henüz tamamlamadığım için fazla bir şey söylemek istemiyorum.

Tabii ki. Yine kitaptan aldığım notlara dayanarak Âdem ile Havva’nın yaratılışında, önce Âdem, sonra Havva’nın onun kaburgasından yaratıldığı bahsediliyor. Bu gerçek bir anlam mı? Yoksa bir şeyi mi temsil ediyor?
Evet, tabii ki, bir sembol. Bir insanın genetiğiyle ilgili bir unsur elde etmek istediğinizde ne yaparsınız? Bir saç teli ya da kan örneğine ihtiyacınız vardır değil mi? Âdem’ in 32 yaşında yaratıldığı söylenir. 32 yaşında bir insan nasıl yaratılır, size soruyorum? Ancak bir müdahale gereklidir. Bir başka canlıya genetik müdahale yapar ve değiştirebilirsiniz. Kendinizde olanı ona verebilirsiniz.

1.2.3.20110822115539.jpgO zaman Evrim konusunu nerede görmek lazım?
Şu an birçok genetik türler elde edildi. Nasıl oluyor da, eski zamanlarda insanların Tanrılar dediği çok gelişmiş uygarlıklar; bize benzeyen ama bizden çok ileride bir uygarlık vardı düşünceleri günümüzde doğru gibi görünüyor?

Uzaylı mı?
Başka gezegenler, milyonlarca güneş sistemi var evrende, yalnız değiliz. Neden olmasın? Bilim dünyası der ki; Homo Sapiens Sapiens, birden bire bir sıçramayla oldu ve bu ani sıçramanın cevabını da halen aranmaktadır.

Ama evrim süreci var ya işte.
Bir evrim süreci doğru, ama aynı zamanda müdahaleler de söz konusu. Bunları Sümer tabletlerinde görebiliyoruz. Âdem’in, Tanrı Anu’nun huzuruna götürüldüğü bir Sümer tabletinde anlatılıyor. Kitabımda; görsel konulu tabletlerde yazılan ve bir tanrı kanını akıtsın dedikleri, o kanla farklı bir işlem yaparak belki de bu günkü tüp bebek dediğimiz formda bir canlı ürettiler. Evrimsel bir süreç var. İnsanın, insanımsı formda dünyada bulunmasını bilim dünyası 4 milyon yıl önceye dayandırıyor. Günümüzden 1,5 milyon yıl önce “Homo Erectus”ları, daha sonra “Neanderthal”leri görüyoruz. Ondan sonraki süreçte de insanın “Homo Sapiens Sapiens”(düşünebilen insan) olduğunu görüyoruz. Şayet insan, bir müdahaleye uğramasaydı belki de Homo Erectus olarak evrimine hala devam ediyor olacaktı.

Çok enteresan. Bunlar daha önce hiç söylenmedi. Kur’an’ın bir hatırlatıcı olmasından bazı ayetlerin tekrarlanmasını referans alarak bahsediyorsunuz. Niye Kur’an’da ayetler tekrarlanmış sizce?
İnsanlar uzun süreçlerde yönetilme şekilleri ile ve yaşadıkları rejimlerde, bilgileri unutabiliyorlar. Örneğin milat öncesinde başlayan, İskenderiye Kütüphanesi’nin ilk tahrip edilmesi ve sonunda yakılmasının, bilginin kaybolmasına büyük ölçüde sebep olduğunu görüyoruz. Niye Kur’an’da ayetler tekrarlanmış sorunuza gelince; beyin tekrara dayalı öğrendiği için diyebiliriz.

İslamiyet’de Hazreti Muhammed’in her şeyini insanlar örnek alıyor, eşlerini, yaptığı güzel işleri, Hazret ibaresi kullanılmazsa saygısızlık olarak ele alıyorlar gibi.
Bu konuda fazla yorum yapmak istemiyorum. Ancak bu bakış açısına göre sorgulayanlara da benim bir sorum var: “Neden Allah’a, Hz. Allah denilmiyor da, sadece Allah deniyor?

Örtünme ile ilgili bir bölümünüz de var ama sonra geleceğim oraya. Kalb gözünden bahsetmişsiniz bu hoş bir benzetme biraz açar mısınız?
Kalb gözü demek, basit anlatayım: Kalb, gövdemizi ortalayan bir noktadadır. Bu her iki yere eşit mesafede kalmaktır aslında; ne yerde sürünmektir, ne de göklere uçmak! Bu bir semboldür. Doğu mistisizmindeki yaşam enerjisinin akıl ve sezgiyle dengelenmesi halidir. Aklımızın söylediğini yüreğimiz, yüreğimizin söylediğini de aklımızın onayladığı ortak vuruşun attığı yerdir kalb gözü.

Hemen genetik kod hafızasını da sorayım o zaman.
Az önce evrimden bahsettik. Biyolojik bir evrim var, ama ruhsal bir gelişim de var. Biyolojik olanına evrim, ruhsal olanına tekâmül denmektedir.

Zaten biri varsa diğeri yok demek çok saçma değil mi?
Evet kesinlikle. Ruhsal gelişim düzeyiniz ne ise o ölçüde bir titreşim seçebilirsiniz.

Libido ile ilgili bir ayet var, hatırlatayım diyorsunuz ki daha doğrusu ayette şöyle denilmiş; ‘’Yedi kapısı vardır onun. Her kapıya onlardan bir bölük ayrılmıştır.’’( Hicr/44) Burada 7 kapı derken acaba çakralardan mı bahsediliyor?
Aynen öyle.

Devam ediyorum ayetlere; ‘’Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri, benim için iş yapıp üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.’’
( Zariyat/56) Bu ayeti Sümer’ deki Lulu Amelu’ ya bağlamışsınız açıklar mısınız lütfen?

Sümer tabletlerinde; Tanrılar Meclisi toplanır ve kendilerine hizmet için işçi yaratmak üzere bir müdahalede bulunurlar ve işçiler yaratılır. Yani ilk Lulu Amelu’yu yaratırlar.

Kimdir o Âdem mi?
Âdemin yaradılışına dair ayrıntılar kitapta yer alıyor. Bugün amele dediğimiz kelime az önce bahsettiğim Lulu Amelu’dan gelmiştir. Aynı şekilde “kul” kelimesi de işçi anlamındadır.

‘’Yeryüzünde bulunan herkes yok olacaktır. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır.’’ ( Rahman/26-27) ayet başlangıç ve sonla ilgili. İnsanlar yok mu olacak en sonunda?
Kutsal metinlerde denir ki; Biz sizi yokluktan ve hiçlikten yarattık. Burada bir tekâmül sürecinden bahsedilir. Bu bir son mudur? Bunu söyleyemeyiz. Başlangıç mıdır? Onu da diyemeyiz. Ancak, bildiklerimizden bilmediklerimizin cevaplarına gidebiliriz. Yolcu, sadece gitmek için gidebilendir. Bu nedenle, bu son ya da başlangıçtır diyerek bir yargıda bulunamayız.

Başörtüsü ile ilgili bir ayette şöyle söyleniyor; ‘’Örtülerini, başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne vursunlar!...’’ ( Nur/31) Kur’ an da örtünme olduğu bu ayet ile de açıkça belirtilmemiş mi?
Buna katılmıyorum. Bu örtü mevzusunun, Arap toplumunun çok rahat bir toplum olmasından dolayı, sadece cariye ve hanımların birbirinden ayrılması adına ortaya konduğu söylenir. Ben bu konuya insanların tercihlerine saygı adına çok ilişmek ve fazla bir şey söylemek istemiyorum.

1.2.3.4.20110822115539.jpg

Peki. Yine güzel bir bilgiden bahsetmişsiniz. Tanrı evreni yaratmadan evvel önce ruhlar vardı ve erdişiydiler. Yani cinsiyet ayırımı yoktu. Bunu açıklar mısınız?
Kutsal metinlerdeki şu ifadeye dayanarak; “Yaratıcı bilinmek istedi, tezahür etmek istedi. “OL!” dedi evren oldu. Bir iken iki oldu; iki, çok oldu. Önce ruhlar vardı”. O halde önce ruhlar vardı, sonra bunlar dişi ve erkek olmak üzere ikiye bölündüler. Dişil ve eril enerji tekâmül süreci için gerekliydi. Dişil ve eril, pozitif ve negatif gibi.. Yani ruhun tezahür şekli anlatılmaktadır.

Tanrı kelimesi için siz efendi anlamına geldiği bilgisini vermiştiniz. Yaratan farklı dolayısıyla yaratıcı birdi, sonra ikiye ayrıldı, sonra çoğaldı derken ruhlardan bahsediyoruz. Kâinatı Yaratan güçten bunun altını çizmemiz lazım değil mi?
Elbette, Ebru hanım.

Bakara suresi 7. Ayette ‘’ALLAH onların kalpler, kulakları üzerine mühür basmıştır.’’ Denilmiş. Aşağıda açıklamanızda ALLAH kimsenin kalplerinin kulaklarının üzerine mühür basmaz diyorsunuz.
Evet, bu tanrısal düşünceyi öne çıkararak insanın iradesini yok eden tehlikeli bir durumdur. İşte bunlar üzeri örtülen ayetlerdir. Yani gerçekten kadim bilginin içinde böyle bir ifade olamaz. Evrensellikte asla bir ayrım söz konusu olamaz. Her şey eşit başlatılmış, eşitliksiz devam edecek; ancak eşit bitecektir. Bu tehlikeli ifadeler, insanın iradesini kullanmayı engelleyen ve inancı tehlikeli kılabilecek bir düşüncedir.

Yine çok dikkatimi çeken bir bilgiye değinmişsiniz rüyalar. Ölümü bir anlamda rüyada hissettiğimiz âlem gibi mi görüyorsunuz?
Bu bakış açısında soyut ve somuta dair edineceğimiz tüm bilgiler, soyuta bakarak somutu, somuta bakarak soyutu kavrayabileceğimiz yönünde iyi olacağını düşündüğüm bir örnekti. Çünkü eğer rüyalar bizim için soyut ise uyandığımızda gerçek neresi diye düşünüyorum. Yani bildiklerimizden bilmediklerimizin cevabını bulmanın iyi bir yöntem olduğu kanaatindeyim.

Yaşam böyle pek çok bilinmeyenle dolu değil mi sizce?
Aslında değil her şey var ve gözümüzün önünde. Kur’an’da da belirtildiği gibi: “Ben her şeyi verdim. Sadece gözünüzdeki perdeyi aralamanız gerekir. O da akıl ve izan yoluyla açılacaktır.” demiyor mu? Eğer biz olaylara o rüya bu gerçek diye ayırarak bakar, soyut ve somut arasındaki ilişkilendirmeyi ihmal edersek muhakeme yeteneğimizi de geliştiremeyiz.

Biz bu bilgiler ışığında bireysel gelişimimizi nasıl yapmalıyız?
Rehberlerin önemli olduğunu inkar etmiyorum, çünkü onlar gideceğimiz yolu kısaltabilirler. Rehber, yolu bilen ve gösterendir, aracılık yapabilir. Ama kendi irademiz ve aklımızı başkalarının düşünceleriyle var etmek yerine, kendi aklımız ve irademizi kullanmayı mutlak hatırlayalım. Yani kendimiz olalım.

2012 de dünya Altın Çağ’ a girecek diye detaylı bir anlatımda bulunmuşsunuz. Maya Takvimi’ ne göre Kıyamet tabir edilen hal nasıl gerçekleşecek? Ben ayrıntılı olarak okudum ama siz HABER3.com okurları için biraz bahsedin lütfen.
Tabii memnuniyetle. Biliyorsunuz dünya, 365 günde güneşin etrafındaki turunu tamamlıyor. Güneş Sistemi de ayrıca bir döngüye sahip. Maya takvimine göre bu döngü evresinin sonu 12.Aralık 2012’dir. Genel astroloji bilgisi seviyesinde anlatıyorum.

Şu anda Kova çağındayız. Yaklaşık 2000 yıl sürecek bu evrenin aydınlanma çağı olduğu söyleniyor. Güneş sistemimiz döngüsünü yaklaşık 26.000 yılda tamamlamaktadır. Arkasından altın çağa girileceği söylenir. Bu 2000 yıl sürecek geçişe Foton kuşağı da deniliyor. Aslında 1964-68 yıllarında foton etkisine girdik. 21 Aralık 2012’de zirve yapacağı söylenir. İşte tıpkı Mayalar’da olduğu gibi Kur’an’da da “Sur” içerikli ayetler, Foton kuşağını işaret eden ayetlerdir. Bu konudaki ayrıntıları “Kur’an’ı Kerim’in Apocrypha’sı” adlı kitabımda detaylı olarak ele aldım. İşte asıl mesele; şimdiye kadar ruhsal gelişim için ne yaptık ya da yapmadık? Aslında etrafımızda olan bitene biraz dikkatlice bakarsak uyum gösteremeyen insanların kontrollerini kaybederek işledikleri cinayetler, değerlerin çökmesi, doğanın geliyorum diye sinyaller vermesi açık ve ortadadır. Kıyam olmakta ve Kıyamet kopmaktadır. Mesele kendi kıyamımızı mı yoksa kıyametimizi mi seçeceğimiz. Kur’an: “O gün geldiğinde”, “Binalar ve zinalar artığında” demiyor mu? Zinalar arttı mı bilmiyorum ama binaların arttığı kesindir.

Toparlarsak; bu durumda, kişilerin bilgileri çerçevesinde uyum ya da uyumsuzluk yaşamaları kaçınılmaz olacaktır. Nasıl ki, evrimde zayıf türler yok oluyor ve gelişebilen türler devam ediyorsa; buna benzer durumların yaşanması da akla uygun geliyor.

Nimet hanım teşekkür ediyorum röportaj için bu kitabı bende baştan sona okudum bilgilerinizi, sezgilerinizi, tarihsel bilgiler ışığında okurlarla paylaşıyorsunuz. Röportajı kitabınızın sonunda yazdığınız ayet ile noktalayacağım. İnsanların birbirlerinin fikirlerine ve inançlarına saygı duymasına ve düşünce dünyasında ilerlemelere vesile olmasını diliyorum.
Ben de teşekkür ediyorum.....
Kitabı sana indiren O’ dur. O’ nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki (kesin) onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşabihlerdir (şüpheli). Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik, bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline ( mana vermeye çalışma) öncelik tanımak için Kitap’ ın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise ALLAH bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar; O’ na inandık, hepsi Rabbimizin katındandır derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez. ( Âl-i İmran/ 7)

(Bu ropörtaj : http://www.haber3.com adresinde yayımlanmıştır.)