2 Aralık 2012 Pazar

 
 
İnsanlığın Apocrypha'sı adlı kitap üzerine; Araştırmacı Yazar Nimet Erenler Gülkökü ile Kocaeli TV. "Yaşama Dair" programından..
Tarih 14 Eylül 2012
 
 
 
 
 

NASA; 21 Aralık 2012 Maya Takvimine dair bir açıklama yapmış!


NASA; 21 Aralık 2012  Maya Takvimine dair bir açıklama yapmış!

21 Aralık 2012 tarihi, Dünya’da gündem oluşturan konulardan biri. Üzerine çok şey söylendi yazıldı. Kimileri inandı, kimileri sorguladı, kimileri safsata dedi..

Dilerseniz Nasa’nın konuyla ilgili yaptığı açıklama üzerinden irdeleyelim.

Nasa adına açıklama yapan Don Yeomans, konuyla ilgili şunları söylemekte;

Maya takvimi 21 Aralık 2012 tarihi bir döngünün başlangıcıdır. Tıpkı her yıl ocak ayında yeni bir yıla girdiğimiz gibi.

Niburu ya da Planet X gibi bir gezegenin olmadığı, şayet olsaydı, binlerce Gökbilimcinin bunu görmüş olacağını, fakat görülmediğini açıklamaktadır.

Oysa bizler yine Nasa’nın açıklamaları olarak basından; Planet X olarak isimlendirilen büyük bir gezegenin Dünya’ya yaklaştığı haberlerini pek çok kez okuduk.

Güneş sistemimiz Samanyolunda, kendi yörüngesindeki turunu; 26000 yıl da bir tamamlar. İçinde bulunduğu galaksi ise kendi turunu 250 milyon yılda bir tamamlamaktadır.  (Kısacası her döngü kendi içinde ve büyük döngüye tâbidir.) İşte bu büyük dizilim nedeniyle; tüm sistem çekim ve karşı çekim yasalarına tabi kalacaktır. 

 Bu etkilerden dolayı  Güneş'te oluşan patlamalara Nasa, şöyle cevap vermektedir:  Güneş patlamaları her 11 yılda bir en yüksek noktaya ulaşır, bu zaten olası bir durum dur, Mayıs 2013’de bu patlamalar daha da artacaktır. O halde ortalama elli yaşında olan birinin bu süreye kadar en az 4-5 güneş patlaması olayına tanık olmuş olması dolayısıyla alışık olması gerekmez mi?  Böyle bir durumu kaç kişi hatırlıyor diye sormak isterim? Ayrıca izlediğimiz belgesellerde bilim adamlarının açıklamalarına dayanarak neredeyse felaket tellallığı yapılmaktadır? Şimdi biz hangi söylemlerine  inanalım?

Nasa, Gezegenlerin hizaya girmesi hususuna da cevap veriyor, şöyle ki; 21 Aralık 2012 yılında gezegenler hizaya girmeyecek, girseler dahi Dünya üzerinde, gelgit etkileri olmayacak. Güneş sisteminde Dünya’daki gel git olaylarını etkileyen iki kütle vardır, biri Ay diğeri ise Güneştir. Bunlar da Dünya’ya yakın oldukları içindir. Diğer gezegenlerin ise uzakta olduğundan kayda değer bir etkisi yoktur, diye açıklamaktadır.

Eksen ya da manyetik kutup kaymalarına yönelik Nasa’nın açıklaması oldukça çelişkili görünmektedir.

Açıklamaya göre; Dönüş ekseni kayamaz, çünkü Ay Dünya’nın etrafında dönerken Dünya’yı dengede tutar ve bu, eksen kaymasına izin vermez diyor. Oysa yine aynı Nasa gerek Şili gerekse Sumatra depremlerinde Dünya’nın toplamda 16 derecelik bir eksen kaymasını rapor edip duyurmuştu.  Manyetik alan zaman zaman yer değiştirebilir diye devam ediyor Nasa, ve son değişim 740.000 yıl evvel olduğunu ekliyor.

Nasa 740.000 yıl önce kutuplar yer değiştirdi dedi diye nasıl inanalım? Kanıt istiyoruz! Yine Nasa şunu ilave ediyor; Kayma olsaydı bile bu binlerce yıl sürerdi, kaysaydı bile pusulalarımızı yeniden ayarlamamızın gerekmesi dışında, Dünya üzerinde bir probleme yol açmazdı. Yazılı tarihin başlangıcından bu yana, Dünya’nın sonunun geleceğine dair abartısız yüz binlerce tahmin yapıldı yine de hala buradayız, diyerek açıklamalarını bitiyor.

Son cümle bu kadar basit açıklanamaz. Bilim dünyası insanın kolektif belleğinde ve DNA’larında bu felaketlerin izlerini taşıdığını biliyor olması gerekiyor. O nedenle bu şekilde alay edercesine yok sayamaz.

Fakat bir taraftan da 21 Aralık 2012 yılına kitlenmiş, bunun için hazırlıklar yapan bir kesimi de izlemekteyiz.

 Her iki durum bardağın bir tarafıdır. 21 Aralık 2012’de gerçekten Dünya’nın sonu gelmeyecektir.

Ancak bu insanları bekleyen ciddi bir sürecin olduğu gerçekliğinden soyutlayamaz.

PEKİYİ DÜNYA’YA NELER OLUYOR?

Değişen ekolojik dengeler, depremler, tsunamiler, volkan patlamaları, hortumlar, küresel ısınma, eriyen buzullar, çoraklaşan topraklar, çekilen sular, bozulan manyetik alan, toplu telef olan hayvanlar, betonlaşan doğa, kirlenen hava. Bütün bunlar bir felaket değil midir?

Dünya hiç bugün olduğu kadar çoğalmadı. Bu kadar nüfusu taşıyamaz oldu. İsteklerimizle yorduk, çoğalarak kirletip ve tükettik. Onu tüketirken, aslında kendimizi de tükettik. Doymayınca daha çok istedik, hiç gitmeyecekmiş gibi. Onu beş duyumuz üzerinden yaşayıp tadına varmak istedik. Bir daha mı geleceğim? diyerek gerekçelendirdik. Alamadığımızda, kin nefret ve öfkeyle lanetledik onu. Merkezine kendimizi koyduk, onu da kendi etrafımızda döndürdük. Ne kadar olumsuz duygularımız varsa; onun sırtına yükledik. Savaştık birbirimizle. Paylaşamadık aramızda. Üstüne şehirler ve devletler inşa ettik. Yetmedi,  dünya annenin yasalarını unutup, kendi yasalarımızı koyduk. Aracımız olan Dünya, amaç oldu. Giderek amacımızı, insanlığımızı, değerlerimizi, içselliğimizi, anlayışımızı, duygularımızı, sezgilerimizi, ruhumuzu, unuttuk.

Ancak, Dünya anne verdiklerini geri almasını da bilir! O vakit gelmiş dayanmıştır ve yaptıklarımızın vebalini ödeme günüdür. Ödemeye başladık bile!.

Evet; 21 Aralık 2012 de hiçbir şey olmayacaktır. Ancak süreci takip edersek felaketlerin zaten olmakta olduğu da görülecektir…
                                                                                                                                                    2 Aralık 2012
Araştırmacı Yazar  NİMET ERENLER GÜLKÖKÜ 

6 Eylül 2012 Perşembe






Nimet Erenler Gülkökü "İnsanlığın Apocrypha'sı adlı kitabının imza gününde,
Tarih: 28 Ağustos Salı  
Yer: CBN KİTAP CAFE YAYINCILIK





19 Temmuz 2012 Perşembe


"Kur'anı Kerim'in Apocrypha'sı" adlı eserin yazarı  Nimet Erenler Gülkökü;  17.07.2012'de Açık Radyo,"Matbuat Dünyası" programında, Mesut Varlık ile kitap üzerine söyleşisi. 


18 Haziran 2012 Pazartesi


SEMPATİ, ANTİPATİ ve EMPATİ ÜZERİNE

Bu kelimelerin hiçbirine yabancı olmadığımızı söylesek de, anlamlarını ne kadar bildiğimiz ve yaşamda ne kadar uyguladığımız, her birimiz için değişen değerlerde karşımıza çıkmaktadır.

Tanıdık gelen kelimeleri “Bilmek”le eşdeğer görme yanılgısı yukarıdaki eksiklikler eşliğinde bir araya geldiğinde, yaşanan ve yaşatılan hatalara sebep olması da kaçınılmazdır. Bunları kabul etmeyerek inanmak istemeyişimiz, direnmemiz, kadere sığınmamız; bizi, bilme hususunda geciktiren ve zannettiğimiz nedenleri besleyerek görmemizi ertelettiren unsurları barındırmaktadır. O halde önce tanımak ile bilmek arasındaki büyük kavrayış farkını görmek gerekir. Şayet, tanıdığımız kelimeleri  “AN” lamaya, anladıklarımızı uygulamaya taşırsak ‘bilmeyi’ deneylemiş oluruz.

Sempati, kelime anlamı olarak üzerimizde pozitif bir duygu oluştururken; antipati de negatif bir duyguyu tetikler. İşte o zaman sempati bize sevimli, iyi ve insanî gibi; antipati ise kötü, yaramaz ve yıkıcı görünmeye başlar. Etrafınızdaki herkes ve her şey, yaptığınız ve yapacağınız tüm hatalara rağmen hoşgörü gösteriyorsa, görmezden geliyorsa, affediyorsa o, sempati sahibi biri olurken iyi insan imajını da oluşturmuş olur. Bir de çevremizde, ağzımızla kuş tutsak yaranamadığımız bir kesim vardır ki, agresif, öfkeli, geçimsiz, hırslı ve etrafındakileri kırıp geçiren antipatiklerdir!

Ancak ne yazık ki, bu farklı görünen iki davranışın kökeni aynı merkezden yönetilerek hareket etmektedir. Burası içgüdülerin merkezidir. Sonuçta sempatik görünen bir kimlikle, antipatik görünen bir kimlik arasında temelde hiçbir fark bulunmamaktadır. Her iki davranış unsurunun kaynağı da, benmerkezcilikle işleyen ve özgüven eksikliğine dayalı korkuların yeridir. Sosyal insan genelde  “Herkes eşittir, ama ben daha eşitim!” ilkesiyle yola çıktığı için, herkes ona hizmetle yükümlüdür(!) şartında düşünerek tepkilerini de buna göre oluşturur. Yani her ne olursa olsun merkezde mutlak kendisi olmalıdır.

Empati ise kişinin, kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünmesi diye tanımlansa da ne yazık ki,  yanlış bir açıklamadır. Bu şekilde tanımlanan “Empati”, aynen sempati ve antipatide olduğu gibi bir yanılsama içermekten öteye geçemez. Evrensel bilinçte sempati ya da antipati diye bir ayrım söz konusu değildir. Evrensel düşünceye sahip bir insana göre empati; “Olaylara kendi gibi bakmak yerine; olayları kendisi olarak görebilmektir.” İçinde bencilce beklentiniz olmadan yapacağınız her davranış empatik düşüncenin temelini oluşturur.

Bu konu hayatımızın her alanında yer alan son derece önemli ve yaşamsaldır. Anlamak için çaba harcadığımız ve hayata taşıyabildiğimiz takdirde, başta kendimiz olmak üzere sevdiğimiz insanları anlamamızda bize ışık tutacaktır. Empati’nin anlaşılması ve kavranması; kişi bazında yaratıcı ve dingin düşünmeye doğru taşınabilen yeni bir bilince yönelmesine olanak sağlayacaktır.

Kısaca sempati ve antipati duyusal kökenli; empati ise, akıl ve duygu ilişkisinin birleştiği en az üç boyut bilgisini içeren zihinsel bir sinerjidir.

Nimet Erenler GÜLKÖKÜ                                                                                                   16 Haziran 2012

9 Haziran 2012 Cumartesi



Kocaeli Tv canlı yayın "Yaşama Dair" programı
"Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı" kitabı üzerine söyleşi.
7-Mayıs-2012











8 Haziran 2012 Cuma

Kocaeli Tv canlı yayın "Yaşama Dair" programından "Yaşam Bilgeliği" üzerine söyleşi
1-Haziran-2012

16 Mayıs 2012 Çarşamba

                                          İNSANLIĞIN APOCRYPHA'SI 
                                      adlı eserin arka kapak tanıtım yazısıdır.


                                    TANRIYI TANIMAK İÇİN BİR ADIM DAHA ATMAK

Değerli okur; Dinler tarihine yapacağımız yolculuğa ait bu ikinci kitapta; Kur’an’da da bahsi geçen Lut kavmi, Sodom ve Gomoro’nun helakı, Adem, Nuh, İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Davut ve Süleyman’ın tarihsel izlerini, Yahudilerin kutsal kitabı Tora ve Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an ile ilişkisi üzerinden incelenerek kaleme alınmış bir çalışmadır.

Kadim bir öğreti olan okültizm, doğa ve evren yasalarını kavrama bilgisini içerir. Pekiyi tek Tanrı’lı dinlerin ortaya çıkmasının sebebi neydi? Belirgin olarak Nuh ile başlatılan, İbrahim ile devam ettirilen ve günümüze dek gelen tek Tanrı kavramı, gerçekte insan bilincine katkı sağlayabildi mi? Yoksa bir tümden gelim yanılsamasına mı sebep oldu? Oysa bir bütünü kavramak, ancak parçaları bir araya getirmekle mümkün olabilecektir.

Pekiyi bu tek Tanrı ve Tanrılar kimdi? Şayet bir Yaratıcıdan bahsediliyor ise onu kim bilebilir? Ancak O’na yolculuk yapılabilir. Bu da kavrayışla mümkündür. O halde, Yaratıcıyı ve Tanrı’yı ayırt etmek, ancak farkındalıkla mümkün olacaktır.

Tanrılar da bizim gibi ete ve kemiğe bürünmüş, bize benzemekteydiler. Onlar da bizim gibi öfkeleniyor, intikam alıyor, yiyip içiyor, dilediğini ödüllendirip dilediğini cezalandırabiliyorlardı. Kısaca onlar dünyanın “Efendi”leridir.. İnsan ise; bu “Efendi”lere hizmet eden Kul’larıdır. Bir kısım Tanrılar, insanın ruhsal ve bedensel gelişimi için aracılık ederken; bir kısım Tanrılar ise insanı, aralarında yaptığı akitle kendine hizmet için bağladı.

İşte bu kitapla TANRIYI TANIMAK İÇİN ÇIKTIĞIMIZ YOLCULUKTA; BİR ADIM DAHA ATACAĞIZ…

    Nimet Erenler Gülkökü                                                                                     16 Mayıs 2012


15 Mart 2012 Perşembe

GAIA’NIN KIZLARINA…


                                                                GAIA’NIN  KIZLARINA…

Gaia’nın kızları ve dünya kadınları; nereden geldiğinizi ve nereye doğru gitmekte olduğunuzu bilir misiniz? Siz ki, oluşum potansiyeli bahşedilen ve bu potansiyeli barındıran bir gücün sahibisiniz.  Önce Dünya Anne var oldu ve sonra onun kızları olarak sizler var oldunuz. Tabiatın doğası da tıpkı sizin gibi üreten ve çoğaltandır. Ancak aynı zamanda yok edebilendir, tıpkı sizler gibi.  

*Gaia, kızına dünyanın bilgeliğini ve adaletini bahşetmiş. Bu bilgelik ve adaletin simgesi olan “ Adalet Tanrıçası” günümüzde hukukun sembolü olarak kullanılmaktadır. Adalet Tanrıçası Themes, bilginin gücünü onurlu ve hakkaniyetli bir şekilde tartarken bu bilgiyi güce değil adaletin eşitliğini sağlayarak pay etmektedir.

Peki, biz bugünlerde ve bu zamanda bunun neresinde yer almaktayız. Geleceği teslim edeceğimiz çocuklarımıza hangi bilgeliği eşit bir şekilde dağıttık. Yoksa anne olmamızı onlara dayattık mı? Onları büyütmeyerek kendimizi mi büyüttük? Onların yerine kalem tutmak,  okul çantalarını taşımak, onların elinden tutarak okula götürüp getirmek onları büyütmek midir? Onları çok sevdiğimiz doğrudur, ama “bize göre”! Peki onları kendileri olduğu için mi yoksa kendimiz için mi sevmekteyiz?

Bir muzaffer edasıyla birbiriyle yarışan anneler: Hanginizin çocuğu diğerinden üstün? Çocuklarınızı siz doğurmuş olabilirsiniz ancak onlar size ait değildir? Hiç kendinize sordunuz mu, adını sevgi koyduğunuz bu ilişki gerçek bir sevgi midir?  

Sevmek; onu yarın güldürebilmek için bugün ağlatmayı göze almaktır. Sevmek; hiçbir beklenti olmaksızın onu kendisi gibi görebilmektir. Sevmek; ona yap demek yerine davranışlarla örnek olabilmektir. Sevmek; onu güçlü kılmaktır. Sevmek; yapamadıklarımızı onun yapmasını istemek değildir. Sevmek; onu özgürleştirmektir. Adını sevgi koyduğumuz kavramı bir kez daha sorgulayalım. Şayet biri bizi bu uykudan uyandırmazsa, ya da uyanmak istemezsek gidişatın doğuracağı felaket insanlığın başına büyük bir yük doğuracaktır.

Gaia’nı kızları kötülüğe de gebe kalabilir. Kaldı da! Bu gebelik, günlerini doldurduğunda ok yaydan çıkmış olacaktır. Artık sebep olduğumuz ve büyüttüğümüz canavar daha çok şey isteyecektir. O zaman sırtımızda taşıyacak çanta, yerini başka şeylere bıraktığında ve bizim bir çantayı dahi taşıyacak gücümüz kalmadığında ne yapacağız? Ellerinden aldığımız özgüven, cesaret, beceri, çaba, mücadele, gayret, başarı,  yaratıcılık ve en önemlisi tek başına kalmaları onları özgürleştirecek mi?

Öğrenmelerine, gelişmelerine ve büyümelerine mani olduğumuz bu çocuklar kendilerini ne zaman ve nasıl bilecekler? Kendini bile bilemeyen biri, hiçbir şeyi de bilemeyecektir..

* GAIA (Okunuşu “Gaya”): Dünya Ana
15 Mart 2012
Araştırmacı/ Yazar -Nimet Erenler Gülkökü

19 Şubat 2012 Pazar


YAŞAM ÖLÜMÜ HAKETMEKTİR!

İnsan pek çok şey için yaşar! Yemek, içmek, giyinmek, uyumak, kariyer sahibi olmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak, araba almak, ev almak; şayet bunlar varsa da, daha iyisini almak, gezip tozmak ve arzu edilen pek çok şeyi yapmak, yapabilmek.

 İşte yaşamak; bu tatların ve çeşitliliğin olduğu seçimler dizisidir der SİSTEM!

Şayet siz yaşama dair planlamalarınızda bunların peşinden gitmiyorsanız, “YAŞAMAMAKTASINIZ!”ı düşündürür.

 Hem de bunu sizin rızanızla yaparken en çürük halkanız olan “Sahip olma/Mülkiyet” duyunuz üzerinden içeriye sızar. Size karşı; güven, güvence, rahatlık, konfor, zevk, eğlence, aşk, sevgi, güç, para, zirve gibi kelimeleri kullanarak onun kucağına koşmanızı sağlar. Ava giderken avlandığınızın farkında bile olamayabilirsiniz. Sizin en güzel şeylere layık olduğunuzu söylerken, onun için ne kadar önemli ve kıymetli olduğunuzu hissetmenizi sağlar. Ancak unutmayalım ki, “Şeytan hep en güzel görüntüsüyle gelir.” Bu güzelliğin büyüsüyle ulaşmak istediğiniz hayallerinize götürülürken, vay başınıza gelenlere! Oysa siz yaşamınızı daha güzel YAŞAMAK için yola çıktınız. Bu başınıza gelenler de neyin nesi, neden böyle oldu? Ama siz böyle olsun istememiştiniz ki!

Yaşamak adına gündüz takılan maskeler uyumak için çıkarıldığında, verilen her türlü tavizin sorguya çekilmesi durumunda; verilemeyen içsel hesaplar, içeriden gelen uyarılar, bir türlü susmayan çelişki ve boğuşmaların ardından yorgun ve bitkin bir uyanış. Henüz güne başlarken bile karışık bir zihin, cevaplanmamış sorular, çelişkiler eşliğinde atılacak adımlar ve seçimler. Bu kadarıyla da bitmeyen, maruz kaldığınız ya da bıraktığınız her türlü taciz, söylenen yalanlar, hileler, ihanet, şiddet, tehdit, kısaca sonuca ulaşmak için göze alınan her şey..Ve karşılığında uğruna kaybedilen insânî ve onursal değerler.

 Peki, bütün bunların, insan üzerinde neden olduğu kayıpları kim telefi edecek?  Acaba ardından koştuğumuz ve uğruna her şeyi göze aldığımız YAŞAMAK gerçekte bu mudur?

 Bir Zen Ustası der ki; “Yaşam; ölümü hak etmektir!” O halde ölmeyi hak edecek ne yaptık? Yaşama nasıl bir anlam yükledik? Bu anlamın ne kadarını “KENDİ” içsel değerlerimizle ilişkilendirerek sergiledik? Kendi yaşamımız ve etrafımızdakilerin yaşamlarına nasıl bir anlam yükledik? Geriye dönüp baktığımızda; acabalar, galibalar, keşkeler ve pişmanlık içeren duygulara ne kadar sebep olup meydan verdik. Lütfen kendimizi kandırmayalım! Her şey gün gibi aşikâr ortada ve öylece durmaktadır. “Yaşamak “adını koyduğumuz canavar ağzını açmış ve bir an evvel insanları ve insanlığı yutmak için orada beklemektedir.

“Yiğit ölür, namı kalır.” ifadesinden yola çıkarak, belki de “YAŞAMAK”;  sizden geriye kalan “söylettirebildiklerinizden” ibarettir.

Şimdi bir an için, tüm edinilmiş mülklerden ve kimliklerden sıyrılıp, çırılçıplak olalım; halen YAŞIYOR olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Ya da: Yaşamak adına ölümüne seyirci kaldığımız değerlerin yıkıntısı arasında yaşayabilecek miyiz?

Bütün bunların sonucunda halen bir çıkış yolu arama ihtiyacı duyuyorsak; bugüne kadar yaptıklarımızı rafa kaldırıp, yapmadıklarımızı yaparak bir başlangıç oluşturabiliriz. Zira zehir, uygun bir oranda kullanıldığında, panzehir olarak yaşam kurtarır.

17 Şubat 2012

Nimet Erenler Gülkökü                                                                                                 
 nimet.erenler@hotmail.com

26 Ocak 2012 Perşembe

Kuran'ın gizemlerini anlattı !
"Kuran-ı Kerim'in Apocryphası" kitabının yazarı, HABER3.com'a konuştu, Kur'an'ın bilinmeyenlerini anlattı...
HABER3 ÖZEL RÖPORTAJ
Ebru Eğinlioğlu


Her röportajım benim için yeni bir dünya, yeni bir bilgi demek. Her konuğum bu açıdan çok önemli.

Ancak Nimet Erenler Gülkökü yani; “Kur’ an-ı Kerim’ in Apocrypha’sı”nın yazarı.

Sümer tarihinden, dinler öncesi dönemden başlayıp Kur’ an-ı Kerim’ e kadar olan kutsal kitapları araştırmış, yaklaşık 10 yıla varan araştırma süresinde de, çok çeşitli kaynaklara dayanarak, Kur’ an’ da geçen gizli sırları gün ışığına çıkartmış.

Pek çok kişinin düşündüğü ama dillendiremediği konulara değinmiş. Kitap kapağından, sonuna kadar pek çok sır ve anlamla yüklü.

İnanmak, inanmamak, beğenmek, beğenmemek tabii ki sizlerin en doğal hakkı.

Araştırmacı yürek ve zihinlere bir anlam ifade etmesi dileğiyle...


Önce bu kitap ilk kitabınız mı? Neden böyle bir kitabı yazdınız? Niye ihtiyaç hissettiniz?
Evet, ilk kitabım. Aslında Kur’an’a dair bir kitap yazacağımı hiç düşünmemiştim. Çünkü şamanik kökenli bir aileden geliyorum. Babaannemin güneş ve doğayla ilgili öğretileri, her sabah güneşi selamlaması ve doğayla olan ilişkisinin etkisinde büyüdüm. Aynı zamanda Alevi’lerde, ocak kültürü de çok önemlidir. Bu şu anlama gelir: Geleneğe göre “ocak” sahipleri; bilginin taşıyıcısı, koruyucusu ve aktarıcısıdır. Sanıyorum, ocaklı bir s0ykökten gelmenin izlerini de taşıyorum. Düşüncelerimizde Alevilik anlatılmaz, yaşanır. Dolayısıyla İslâm geleneğinden uzak bir kültürdür. Ancak; insanın içinde bir arayış vardır ya.. Ben de işte yıllarca böyle bir arayışın içinde oldum. Yaşamın yalnızca yemek içmek, giyinmek, uyumak, mal mülk sahibi olmaktan ibaret olmadığını düşünenlerdenim ve dünyaya gelmemizin bir anlamı olduğu inancındayım. İşte bu düşünceler beni araştırmaya yöneltti. Ayrıca yaşamımda en az babaannem kadar önemli olan ve beni yetiştiren Zen ustasına sonsuz şükranlarımı ifade etmeyi bir borç bilmekteyim. Kitabımda zaman zaman kendisinin ifadelerine yer verdim.

1.20110822115539.jpg

Kadim Bilgiler derken, bunlar dinsel mi, yoksa Şamanik bilgiler miydi?
Kadim bilgiler dediğimiz zaman; günümüzde unutulan, doğaya ait ve evrensel olan bilgilerdir diyebiliriz.

Peki, içimdeki arayış çocukluğumdan başladı dediniz. Neydi bu sorular? Kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, şeklinde miydi?
Aynen öyle, öncelikle insanın dünyaya gelmesinin bir amacı olduğunu düşündüm. Yaşam benim için yemek, içmek, üremek değildi. Bunun ötesinde de bir şeyler olduğunu hissediyordum. Uzun yıllar sonra bir Zen ustasıyla karşılaştım. Aslında farkında olmadan ifade ettiğim bazı cümlelerin açılımını onda görünce bunları irdeledim. Yaklaşık 10 yıldır Zen disiplini öğretisi içinde öğrenirken öğretiyor, öğretirken öğreniyorum. Bir gün bana teklif edilen bir sunum konusu nedeniyle, araştırmalarımı daha sağlıklı yapabilmek üzere Kur’ an-ı Kerim’i okuma gereği duydum. İşte o zaman çok etkilendim. Çünkü, öğrendiklerimle Kur’an’ın üstü örtülü ayetleri çok örtüşüyordu.

İlk ne zaman okudunuz?
Yaklaşık 3 yıl önce. İşte o günlerde Kur’anın içeriğinin ne kadar bilinmediğini düşünerek bu kitabı yazmaya karar verdim.

Apocrypha kelime anlamı olarak nedir?
Grek dilinde üzeri örtülmüş, gizlenmiş bilgi demektir.

Giz veya sır da denebilir o zaman?
Evet, halktan gizlenmiş bilgilerdir.

Böyle bir kitabı yazmak cesaret işi ama siz mutlaka çok sâfiyane duygularla, insanlara kendi tecrübelerinizi anlatmak istediniz. Hangi kaynaklardan yararlandınız?
Kitabın arkasında belirttiğim kaynaklar ve yıllara dayanan birikimlerim diyebilirim. Yüzlerce kitap okudum ve halen de okumaktayım.

Sezgilerinizi de kattınız mı kitaba?
Zaten Zen disiplinin içinde, sezgilerinizi kullanabilme yeteneği de vardır.

Peki, şöyle bir paragrafla başlayalım. Putlarla ilgili bir ayeti ele almışsınız; ‘’Muhammed’ in, Kâbe’deki putları yıktırmasına rağmen köklü Arap geleneğinin günümüze kadar devam ettiğini söylemek, abartılı olmasa’’diyorsunuz. ‘’Kâbe ziyareti başta olmak üzere, Hacer-ül Esved’e gösterilen aşırı bilinçsiz ilgi, müze ve camilerde sergilenen “Sakal-ı Şerif”ler, çeşitli anıt ve mozoleler, türbeler, erenler, yatırlar v.s kutsal emanetler üzerinden uygulanan inanç istismarları!’’ diye de devam ediyorsunuz.
Evet, kitabın içinde putlara dair bir bölüm de var. Burada zarf ve mazrûf ayrımı söz konusudur. Yani şekilde kalmak veya özde olmak. Burada bir mesaj var aslında. Yani şekle mi tapınacağız, yoksa özü mü anlayacağız?

Peki, o öze gitmek için şekilden geçmek gerekmiyor mu?
Hayır, o şekildir sadece. Yani Muhammed’ in sakalının insanın farkındalığına katacak hiç bir anlamı yok. Oysa Kur’an, içerisinde çok öz bir bilgiyi içerir. Kalanı da tekrarlardan ibarettir.

Oralara geleceğiz. Bu put konusunda türbelerde, insanlar dua ediyorlar. Oradaki yatan kişiden Tasavvuf lisanı ile Zat’tan. Belki yanlış olan, Yaratan’dan değil de, oradaki kişiyi sembolleştirmek, yani sizin deyiminizle putlaştırmak değil mi?
Evet. Bakınız, inanç iyi bir şeydir. Ancak, toplumda anlaşıldığı şekilde değildir.
Bence inanç şudur: Araştırırsınız, soruşturursunuz, aklınızın ve marifetinizin sınırlarına kadar geldiğinizde; artık daha ileri gidemiyorsanız, geldiğiniz o nokta inanç noktasıdır. Oysa insanlar, çoğunlukla Kur’an’a okumadan inanıyorlar.

1.2.20110822115539.jpg

Çünkü bu bizim doğumumuzla gelen bir şey değil mi. Müslüman bir ülkede yaşıyor, yine Müslüman bir ailede yaşıyor, doğuyor ve ölüyoruz. Otomatikman Müslüman olarak doğuyoruz zaten. Bir seçim olmuyor.
Size katılıyorum Ebru Hanım. Ancak yine de, sorgulamadan kabul ettiğimiz inanç hakkında bir şey bilmiyorsak, bize nasıl katkısı olur diyorum?

Peki, inancın pozitif bir etkisi yok mudur insana?
İnsan, inanç sayesinde ulaşmak istediği düşüncesine yakınlaşır, farkında olmadan bir kanal oluşturur. Ama bu durum aslında kendi yarattığı enerjisidir. Bunu ancak çok çaresiz kaldığında kullanır. Oysa bunu, aynı zamanda yaşamının her alanında kullanabilme yeteneğine sahiptir. Birinci örnekte, istediği şeyi bilinçsizce ve yalnızca içgüdüleriyle gerçekleştirirken, ikinci örnekte bilinçlilik söz konusudur.

O zaman bir zararı yok faydalı bile denebilir?
Bakış açısına göre değişir diyorum.

Benim en çok önem verdiğim bilginiz; Kur’ an içerisindeki bir kısım ayetlerin kesin olduğunu, bazılarının ise şüpheli olduğunu söylüyorsunuz, bu ne demek şimdi?
Şöyle söyleyeyim; kitabımda, aslında “şüpheli” ayetlerin üzerine fazla düşmedim. Bu “şüpheli” ayetler üzerinde duran başka yazarlar da oldu. O ayetlerin üzerinde o kadar çok duruldu ki, ortaya anlamsız bir yorum karmaşası çıktı!

Asıl olan; Sümer çivi tabletlerinin, Kur’ an’ı anlamada çok büyük katkı sağlamasıdır. Turan Dursun bu bilgiler çerçevesinde bir kitap çıkarmıştı, biliyorsunuz. Ardından İlhan Arsel de onu takip etti ve şüpheli ayetleri kendilerince konu ettiler. Ancak ben diyorum ki; Kur’an’da yer alan şüpheli ayetler yerine, Kur’an’ın özü olan ayetlerin incelenmesinin insanın farkındalığına muhakkak bir şeyler katacağıdır.

Dinler, özünde bugünkü bilime kaynaklık edecek kadar güçlü bir bilgiyi içerir. Zaten din “zirve” demektir, ancak özünden giderek uzaklaştırılıp şekle dönüştürülmesi de insanlık için trajik bir kayıptır.

Bu söylediklerinizden şunu mu anlamalıyız. Kur’an’ın içinde bilime dayalı ayetler vardır ama aynı zamanda şüpheli ayetler de mi oluyor?
Size şöyle bir örnekle cevap vereyim: Muhammed, eşlerinden biriyle evlenirken gerdeğe girmesi gerekiyor ve gelen misafirin geç vakte kadar oturması hoşuna gitmiyor. Ve ertesi gün bir ayet geliyor; Ey inananlar Muhammed’ in evinde böyle özel günlerde onu çok meşgul etmeyin mealinde. Şimdi aklın yoluyla baktığınızda bir Yaratıcı böyle bir ayet indirir mi? Bu arada Tanrı ve Yaratıcı arasında da fark vardır. Onu da belirteyim. Tanrı kelime kök anlamı olarak efendi demektir. Yaratıcı; tüm evreni yaratan güç demektir. Yani Tanrı ve Yaratıcı da karıştırılıyor.

Peki, o ayeti nereye koyuyorsunuz?
Şüpheli ayetler bölümüne. Kitapta bahsettiğim ve Kur’an’da da gördüğüm; “O yaman aldatıcı sizi ALLAH ile aldattı.” şeklinde bir ayet vardır. Böyle bir ayetle karşılaştığımda açıkçası çok sarsılmıştım.

Yani Kur’an bu konuda hemen kendi içinde konuyu cevaplıyor o halde. O Muhammed’ in aile hayatı ile ilgili ayetten sonra inmiş olmalı?
Bunu bilemiyoruz. Zaten ayetlerin iniş sırasına göre düzenlenmiş bir Kur’an; bir de ayetleri farklı sırayla düzenlenerek yayımlanan Kur’ an vardır. Ancak daha çok kabul gören farklı şekilde düzenlen Kur’andır.

Kur’ an ayetleri peygamber efendimize iniyor fakat kendisi okuma yazma bilmediği için en yakınındakilere aktarıyor vahiyleri ve o şekilde Kur’an derleniyor. Hemen aktarılıyor mu bu bilgiler yoksa hangi aralıklarla kitap haline geliyor?
Şüpheli diyorum ben. Kur’an’ın, Ömer zamanında derlendiği söylenir. Tabii biz bu bulgulara tarihsel veriler ışığında ulaşabiliyoruz. Ama ben derim ki; bu ayrıntıların insanın ruhsal gelişimine bir katkı sağlamayacağıdır. Sonuçta Muhammed dediğimiz kişi de bir insan, onun da bir hayatı var ve bu saygıyı gerektirir. Önemli olan peygamberin hayatı mıdır, yoksa Kur’an’ın içindeki ayetler midir? Aksi takdirde özel yaşımı irdeleyen magazinsel bir yaklaşım olur. İşte bu yaklaşım evrensel bakışı ve Kur’an’ın aslında vermek istediği mesajı engeller.

Diyorsunuz ki Kur’ an’ ı anlamak herkesin harcı değil, bunu ancak abdallar, evliyalar, erenler, mürşitler anlamınca bilir. O zaman herkesin okuyup, yorum yapacağı bir şey değil?
“Kur’anı anlamak herkesin harcı değildir.” ifadesi bana ait değil. Bu yaklaşım Kur’an’a aittir. Ancak emin olun ki, bu kadar araştırmam olmasaydı ben de, Kur’an’ı bu şekliyle anlayamazdım. Çünkü kapalı olan bir şeyi anlamak için bilgi birikimine ihtiyacınız var. Kitabımın girişinde de görüleceği üzere, Al-î İmran suresinden aldığım şekliyle ancak ilim sahipleri okuyabilirler. İnsanlar genellikle kolay düşünmeyi tercih ederler. Örneğin bir anket yapılsa, acaba Kur’an-ı Kerim’in anlamını kaç kişi bilebilir. Kur’an, kelime anlamı olarak; “Kelamı Kadim”dir yani “Kadim Sözler” demektir. Onlar eskilerin sözlerinin bir tekrarıdır. “Bir hatırlatıcı”, “Bir uyarıcı” olduğu açıklamaları ayetlerde de belirtilmektedir.

Tevrat ve Zebur’a mı dayanıyor o halde?
Çok daha geriye gidiyor. İkinci kitap çalışmamı “Tora” üzerine yapıyorum. Mesela Kur’an’da geçen “ALLAH” kelimesi Tora’da, “AŞEM” olarak geçiyor. Biraz daha geriye götürürsek Sümer tanrılarının savaşı gibi geliyor. Henüz tamamlamadığım için fazla bir şey söylemek istemiyorum.

Tabii ki. Yine kitaptan aldığım notlara dayanarak Âdem ile Havva’nın yaratılışında, önce Âdem, sonra Havva’nın onun kaburgasından yaratıldığı bahsediliyor. Bu gerçek bir anlam mı? Yoksa bir şeyi mi temsil ediyor?
Evet, tabii ki, bir sembol. Bir insanın genetiğiyle ilgili bir unsur elde etmek istediğinizde ne yaparsınız? Bir saç teli ya da kan örneğine ihtiyacınız vardır değil mi? Âdem’ in 32 yaşında yaratıldığı söylenir. 32 yaşında bir insan nasıl yaratılır, size soruyorum? Ancak bir müdahale gereklidir. Bir başka canlıya genetik müdahale yapar ve değiştirebilirsiniz. Kendinizde olanı ona verebilirsiniz.

1.2.3.20110822115539.jpgO zaman Evrim konusunu nerede görmek lazım?
Şu an birçok genetik türler elde edildi. Nasıl oluyor da, eski zamanlarda insanların Tanrılar dediği çok gelişmiş uygarlıklar; bize benzeyen ama bizden çok ileride bir uygarlık vardı düşünceleri günümüzde doğru gibi görünüyor?

Uzaylı mı?
Başka gezegenler, milyonlarca güneş sistemi var evrende, yalnız değiliz. Neden olmasın? Bilim dünyası der ki; Homo Sapiens Sapiens, birden bire bir sıçramayla oldu ve bu ani sıçramanın cevabını da halen aranmaktadır.

Ama evrim süreci var ya işte.
Bir evrim süreci doğru, ama aynı zamanda müdahaleler de söz konusu. Bunları Sümer tabletlerinde görebiliyoruz. Âdem’in, Tanrı Anu’nun huzuruna götürüldüğü bir Sümer tabletinde anlatılıyor. Kitabımda; görsel konulu tabletlerde yazılan ve bir tanrı kanını akıtsın dedikleri, o kanla farklı bir işlem yaparak belki de bu günkü tüp bebek dediğimiz formda bir canlı ürettiler. Evrimsel bir süreç var. İnsanın, insanımsı formda dünyada bulunmasını bilim dünyası 4 milyon yıl önceye dayandırıyor. Günümüzden 1,5 milyon yıl önce “Homo Erectus”ları, daha sonra “Neanderthal”leri görüyoruz. Ondan sonraki süreçte de insanın “Homo Sapiens Sapiens”(düşünebilen insan) olduğunu görüyoruz. Şayet insan, bir müdahaleye uğramasaydı belki de Homo Erectus olarak evrimine hala devam ediyor olacaktı.

Çok enteresan. Bunlar daha önce hiç söylenmedi. Kur’an’ın bir hatırlatıcı olmasından bazı ayetlerin tekrarlanmasını referans alarak bahsediyorsunuz. Niye Kur’an’da ayetler tekrarlanmış sizce?
İnsanlar uzun süreçlerde yönetilme şekilleri ile ve yaşadıkları rejimlerde, bilgileri unutabiliyorlar. Örneğin milat öncesinde başlayan, İskenderiye Kütüphanesi’nin ilk tahrip edilmesi ve sonunda yakılmasının, bilginin kaybolmasına büyük ölçüde sebep olduğunu görüyoruz. Niye Kur’an’da ayetler tekrarlanmış sorunuza gelince; beyin tekrara dayalı öğrendiği için diyebiliriz.

İslamiyet’de Hazreti Muhammed’in her şeyini insanlar örnek alıyor, eşlerini, yaptığı güzel işleri, Hazret ibaresi kullanılmazsa saygısızlık olarak ele alıyorlar gibi.
Bu konuda fazla yorum yapmak istemiyorum. Ancak bu bakış açısına göre sorgulayanlara da benim bir sorum var: “Neden Allah’a, Hz. Allah denilmiyor da, sadece Allah deniyor?

Örtünme ile ilgili bir bölümünüz de var ama sonra geleceğim oraya. Kalb gözünden bahsetmişsiniz bu hoş bir benzetme biraz açar mısınız?
Kalb gözü demek, basit anlatayım: Kalb, gövdemizi ortalayan bir noktadadır. Bu her iki yere eşit mesafede kalmaktır aslında; ne yerde sürünmektir, ne de göklere uçmak! Bu bir semboldür. Doğu mistisizmindeki yaşam enerjisinin akıl ve sezgiyle dengelenmesi halidir. Aklımızın söylediğini yüreğimiz, yüreğimizin söylediğini de aklımızın onayladığı ortak vuruşun attığı yerdir kalb gözü.

Hemen genetik kod hafızasını da sorayım o zaman.
Az önce evrimden bahsettik. Biyolojik bir evrim var, ama ruhsal bir gelişim de var. Biyolojik olanına evrim, ruhsal olanına tekâmül denmektedir.

Zaten biri varsa diğeri yok demek çok saçma değil mi?
Evet kesinlikle. Ruhsal gelişim düzeyiniz ne ise o ölçüde bir titreşim seçebilirsiniz.

Libido ile ilgili bir ayet var, hatırlatayım diyorsunuz ki daha doğrusu ayette şöyle denilmiş; ‘’Yedi kapısı vardır onun. Her kapıya onlardan bir bölük ayrılmıştır.’’( Hicr/44) Burada 7 kapı derken acaba çakralardan mı bahsediliyor?
Aynen öyle.

Devam ediyorum ayetlere; ‘’Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmeleri, benim için iş yapıp üretmeleri dışında bir şey için yaratmadım.’’
( Zariyat/56) Bu ayeti Sümer’ deki Lulu Amelu’ ya bağlamışsınız açıklar mısınız lütfen?

Sümer tabletlerinde; Tanrılar Meclisi toplanır ve kendilerine hizmet için işçi yaratmak üzere bir müdahalede bulunurlar ve işçiler yaratılır. Yani ilk Lulu Amelu’yu yaratırlar.

Kimdir o Âdem mi?
Âdemin yaradılışına dair ayrıntılar kitapta yer alıyor. Bugün amele dediğimiz kelime az önce bahsettiğim Lulu Amelu’dan gelmiştir. Aynı şekilde “kul” kelimesi de işçi anlamındadır.

‘’Yeryüzünde bulunan herkes yok olacaktır. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır.’’ ( Rahman/26-27) ayet başlangıç ve sonla ilgili. İnsanlar yok mu olacak en sonunda?
Kutsal metinlerde denir ki; Biz sizi yokluktan ve hiçlikten yarattık. Burada bir tekâmül sürecinden bahsedilir. Bu bir son mudur? Bunu söyleyemeyiz. Başlangıç mıdır? Onu da diyemeyiz. Ancak, bildiklerimizden bilmediklerimizin cevaplarına gidebiliriz. Yolcu, sadece gitmek için gidebilendir. Bu nedenle, bu son ya da başlangıçtır diyerek bir yargıda bulunamayız.

Başörtüsü ile ilgili bir ayette şöyle söyleniyor; ‘’Örtülerini, başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne vursunlar!...’’ ( Nur/31) Kur’ an da örtünme olduğu bu ayet ile de açıkça belirtilmemiş mi?
Buna katılmıyorum. Bu örtü mevzusunun, Arap toplumunun çok rahat bir toplum olmasından dolayı, sadece cariye ve hanımların birbirinden ayrılması adına ortaya konduğu söylenir. Ben bu konuya insanların tercihlerine saygı adına çok ilişmek ve fazla bir şey söylemek istemiyorum.

1.2.3.4.20110822115539.jpg

Peki. Yine güzel bir bilgiden bahsetmişsiniz. Tanrı evreni yaratmadan evvel önce ruhlar vardı ve erdişiydiler. Yani cinsiyet ayırımı yoktu. Bunu açıklar mısınız?
Kutsal metinlerdeki şu ifadeye dayanarak; “Yaratıcı bilinmek istedi, tezahür etmek istedi. “OL!” dedi evren oldu. Bir iken iki oldu; iki, çok oldu. Önce ruhlar vardı”. O halde önce ruhlar vardı, sonra bunlar dişi ve erkek olmak üzere ikiye bölündüler. Dişil ve eril enerji tekâmül süreci için gerekliydi. Dişil ve eril, pozitif ve negatif gibi.. Yani ruhun tezahür şekli anlatılmaktadır.

Tanrı kelimesi için siz efendi anlamına geldiği bilgisini vermiştiniz. Yaratan farklı dolayısıyla yaratıcı birdi, sonra ikiye ayrıldı, sonra çoğaldı derken ruhlardan bahsediyoruz. Kâinatı Yaratan güçten bunun altını çizmemiz lazım değil mi?
Elbette, Ebru hanım.

Bakara suresi 7. Ayette ‘’ALLAH onların kalpler, kulakları üzerine mühür basmıştır.’’ Denilmiş. Aşağıda açıklamanızda ALLAH kimsenin kalplerinin kulaklarının üzerine mühür basmaz diyorsunuz.
Evet, bu tanrısal düşünceyi öne çıkararak insanın iradesini yok eden tehlikeli bir durumdur. İşte bunlar üzeri örtülen ayetlerdir. Yani gerçekten kadim bilginin içinde böyle bir ifade olamaz. Evrensellikte asla bir ayrım söz konusu olamaz. Her şey eşit başlatılmış, eşitliksiz devam edecek; ancak eşit bitecektir. Bu tehlikeli ifadeler, insanın iradesini kullanmayı engelleyen ve inancı tehlikeli kılabilecek bir düşüncedir.

Yine çok dikkatimi çeken bir bilgiye değinmişsiniz rüyalar. Ölümü bir anlamda rüyada hissettiğimiz âlem gibi mi görüyorsunuz?
Bu bakış açısında soyut ve somuta dair edineceğimiz tüm bilgiler, soyuta bakarak somutu, somuta bakarak soyutu kavrayabileceğimiz yönünde iyi olacağını düşündüğüm bir örnekti. Çünkü eğer rüyalar bizim için soyut ise uyandığımızda gerçek neresi diye düşünüyorum. Yani bildiklerimizden bilmediklerimizin cevabını bulmanın iyi bir yöntem olduğu kanaatindeyim.

Yaşam böyle pek çok bilinmeyenle dolu değil mi sizce?
Aslında değil her şey var ve gözümüzün önünde. Kur’an’da da belirtildiği gibi: “Ben her şeyi verdim. Sadece gözünüzdeki perdeyi aralamanız gerekir. O da akıl ve izan yoluyla açılacaktır.” demiyor mu? Eğer biz olaylara o rüya bu gerçek diye ayırarak bakar, soyut ve somut arasındaki ilişkilendirmeyi ihmal edersek muhakeme yeteneğimizi de geliştiremeyiz.

Biz bu bilgiler ışığında bireysel gelişimimizi nasıl yapmalıyız?
Rehberlerin önemli olduğunu inkar etmiyorum, çünkü onlar gideceğimiz yolu kısaltabilirler. Rehber, yolu bilen ve gösterendir, aracılık yapabilir. Ama kendi irademiz ve aklımızı başkalarının düşünceleriyle var etmek yerine, kendi aklımız ve irademizi kullanmayı mutlak hatırlayalım. Yani kendimiz olalım.

2012 de dünya Altın Çağ’ a girecek diye detaylı bir anlatımda bulunmuşsunuz. Maya Takvimi’ ne göre Kıyamet tabir edilen hal nasıl gerçekleşecek? Ben ayrıntılı olarak okudum ama siz HABER3.com okurları için biraz bahsedin lütfen.
Tabii memnuniyetle. Biliyorsunuz dünya, 365 günde güneşin etrafındaki turunu tamamlıyor. Güneş Sistemi de ayrıca bir döngüye sahip. Maya takvimine göre bu döngü evresinin sonu 12.Aralık 2012’dir. Genel astroloji bilgisi seviyesinde anlatıyorum.

Şu anda Kova çağındayız. Yaklaşık 2000 yıl sürecek bu evrenin aydınlanma çağı olduğu söyleniyor. Güneş sistemimiz döngüsünü yaklaşık 26.000 yılda tamamlamaktadır. Arkasından altın çağa girileceği söylenir. Bu 2000 yıl sürecek geçişe Foton kuşağı da deniliyor. Aslında 1964-68 yıllarında foton etkisine girdik. 21 Aralık 2012’de zirve yapacağı söylenir. İşte tıpkı Mayalar’da olduğu gibi Kur’an’da da “Sur” içerikli ayetler, Foton kuşağını işaret eden ayetlerdir. Bu konudaki ayrıntıları “Kur’an’ı Kerim’in Apocrypha’sı” adlı kitabımda detaylı olarak ele aldım. İşte asıl mesele; şimdiye kadar ruhsal gelişim için ne yaptık ya da yapmadık? Aslında etrafımızda olan bitene biraz dikkatlice bakarsak uyum gösteremeyen insanların kontrollerini kaybederek işledikleri cinayetler, değerlerin çökmesi, doğanın geliyorum diye sinyaller vermesi açık ve ortadadır. Kıyam olmakta ve Kıyamet kopmaktadır. Mesele kendi kıyamımızı mı yoksa kıyametimizi mi seçeceğimiz. Kur’an: “O gün geldiğinde”, “Binalar ve zinalar artığında” demiyor mu? Zinalar arttı mı bilmiyorum ama binaların arttığı kesindir.

Toparlarsak; bu durumda, kişilerin bilgileri çerçevesinde uyum ya da uyumsuzluk yaşamaları kaçınılmaz olacaktır. Nasıl ki, evrimde zayıf türler yok oluyor ve gelişebilen türler devam ediyorsa; buna benzer durumların yaşanması da akla uygun geliyor.

Nimet hanım teşekkür ediyorum röportaj için bu kitabı bende baştan sona okudum bilgilerinizi, sezgilerinizi, tarihsel bilgiler ışığında okurlarla paylaşıyorsunuz. Röportajı kitabınızın sonunda yazdığınız ayet ile noktalayacağım. İnsanların birbirlerinin fikirlerine ve inançlarına saygı duymasına ve düşünce dünyasında ilerlemelere vesile olmasını diliyorum.
Ben de teşekkür ediyorum.....
Kitabı sana indiren O’ dur. O’ nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki ( kesin) onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşabihlerdir ( şüpheli). Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik, bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline ( mana vermeye çalışma) öncelik tanımak için Kitap’ ın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise ALLAH bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar; O’ na inandık, hepsi Rabbimizin katındandır derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez. ( Âl-i İmran/ 7)

(Bu ropörtaj : http://www.haber3.com adresinde yayımlanmıştır.)

Kuran'ın gizemlerini anlattı !

16 Ocak 2012 Pazartesi


ÜREMEK Mİ? ÜRETMEK Mİ?
Üremek ve üretmek, birbiriyle ilişkili gibi görünüyorsa da anlamları farklıdır. Üremek;  bir canlıda, dişi doğasının eril karakterle birleşmesi sonucunda ortaya çıkarttığı ve türünün devamlılığını sağlayan eylemdir. Üretmek ise; üremenin tersine yalnızca fiziksel olmayan, yaratıcı düşünceyle birlikte hareket ederek bir şeyden bambaşka şeyler meydana getirme yetisidir. “Üretim” ile “üretmek” arasında da bir fark olduğunu söyleyebiliriz. Üretim denince, aynı mamulden yüzlerce binlerce adet meydana getirmek anlaşılırken; üretmek ise değişen ölçü ve değerlerle farklı dönüşüm ve oluşum yaratmaktır.
İnsan, doğası gereği türünü devam ettirme koduna sahiptir. Bu durum varlığını sürdürmesinin temel bir yönüdür. Ancak varlığını sürdürmesi yalnızca üreme tandanslı değildir. Kendisini dış ve iç tehlikelere karşı koruması da gerekmektedir. Örneğin bir hastalık belirdiğinde vücudun bağışıklık sisteminin otomatik bir savunmaya geçip, hastalığa neden olan mikroba karşı savaş açması iç tehlikeye karşı korunma şartını içerir. Vücut aynen, dışarıdan gelen bir tehlikeye karşı da önlem alır. Örneğin bir saldırıya karşı kaçması ya da saldırması gibi. Temel içgüdüsel bir çalışmaya şartlı beden, şayet siz müdahale etmezseniz yaşamını etkin olarak bu şekilde devam ettirir. Çünkü bu yöntem ona aittir ve onun kodlarıdır. Bu kodlar bizim en sağlam halkamız olmakla birlikte en çürük halkamız da olabilirler. İşte insanın fizik doğasında var olan bu temel içgüdü, acaba sistem tarafından nasıl güdülenmektedir? Topluma, dış uyaranlar aracılığı ile görsel ve işitsel olarak zerk edilen unsurlar; üreme üzerine mi? yoksa gelişme içeren üretmek üzerine midir? İşte üzerinde derin düşünce gerektiren hassas ve önemli konulardan biriside bu durumdur. Yaşamak ve anlamak, her bireyin kendi akıl, izan ve marifetiyle sınırlıdır. Dünyaya ve yaşama her insan farklı düzeylerde ve farklı anlayış biçimlerinden bakarken; kendine ve etrafındakilere neleri layık görür? Tabii herkes kendince en iyisini layık gördüğünü söyler, hatta aksini düşünmenin insana yakışmayacağını ilave etmekte tereddüt bile etmeyecektir. Doğru olan da budur. Pekiyi, herkes böyle düşünürken neden her şey tersine gider? Güç kimde? Biz mi yetersizlik gösteriyoruz, yoksa karşımızda duranlar mı güçlü? Bunu biraz açarsak; seçimlerimizin ne kadarı duyularımızın etkisiyle, ne kadarı çevremizin düşünceleriyle, ne kadarı bizim irademizin sonucunda oluşur? Gerçekten kendimize dışarıdan ve objektif olarak baktığımızda, bu seçimlerin büyük bir çoğunluğunun aslında bizim gerçek seçimlerimiz olmadığını görebiliriz. Ya anlık bir duygu boşluğunun bizde yarattığı ihtiyaç; ya bizi etkileyen yönlendirmeler; ya anıların izleri; ya bizde olmayanların peşinden gitmek; ya alışkanlıklar; ya da şartlanmalar vs..vs.. İşte bunlar üretmemize mani olarak, ürememizi tetikleyen unsurları içermektedir. Çünkü “Ben”in istek ve arzularının peşinden gitmek en kolay olmakla birlikte en tehlikeli olandır. Üretmek ise geniş ve çok boyutlu düşünceyi ve ayrıca bilgiyi gerektirir. O nedenle zorlayıcı, zahmetli ve uzun soluklu olup, beraberinde kalıcı olandır.
“Üremek ve Üretmek” üzerine uzun uzun tartışmak mümkündür. Her iki unsur da hayatın olgusudur. Mesele, koşullara göre hangisinin öncelikli olmasıdır. Bu koşullarda görünen şu ki, dünya nüfusunun üremeye değil, fakat mutlak “üretmeye” gereksinim duyduğu kaçınılmazdır.
                                                                                          Araştırmacı Yazar Nimet Erenler Gülkökü

TOPLUM VE DÜNYA NEREYE GİDİYOR?             

Son günlerdeki gazete ve televizyon haberlerini izlediğimizde; Dünya’nın ve insanların yaşadığı olumsuzluklar oldukça düşündürücü. Nasa, 2010 yılını “Dünya Afet Yılı” olarak ilan etti. Doğadaki bu büyük değişim; yanardağların harekete geçmesi ile oluşan patlamalar, tsunamilerin ve depremlerin sıklığı, aşırı yağışlar nedeniyle oluşan can ve mal kayıpları, güneş patlamaları nedeniyle oluşan etkiler Mayalar’ın 2012 kehanetini akıllara getiriyor. Tabii ki Kur’an’daki, son kıyametin sesle geleceğini bildiren ayetler de adeta Maya kehanetini doğrular gibidir. Pekiyi, o zaman insanlar ve yeryüzündeki tüm canlılar bu süreçten nasıl etkilenmekte ve etkilenecektir? Dünya’nın manyetik alanının değişmesinden etkilenen kuşlar ya da bu manyetik alan ile ilişkili yaşayan diğer canlılar, bu durumdan nasıl etkileniyor? Tabii ki, topluca telef olarak!  Bundan dolayı türleri ciddi bir tehdit altındadır.
İnsanlar ise bu manyetik bozulumdan karmaşık bir şekilde etkilenmektedir. 1962 yılında girilmiş olan Foton Kuşağı, son dönemlerde zirve yaparak etkisini işte böyle göstermektedir.Foton Kuşağı etkilerini, doğa ve insan üzerinde böyle gösteriyor. Pekiyi, bu konu insanlar tarafından ne kadar bilinmektedir? Hollywood (Amerikan Sinema Sektörü), bu bilgiyi kullanarak gişe rekorları kırarken, insanlığa nasıl bir farkındalık katıyor acaba? Bu konular, içeriği hakkında halkın dikkatini çekmek ya da neler yapılabileceğini öğretmek yerine paraya dönüştürülmektedir. İnsanlık sürekli tüketilmeye ve kendi kendini tüketmeye koşar adım götürülmekte ve gitmektedir. Kur’an’da, son kıyametin insan eliyle olacağı uyarısı açıkça belirtilmekte ve bu vaktin; bina ve zinaların arttığı zaman olacağını yazmaktadır. Adı Mayalar olsun, ya da Kur’an olsun; kadim bilgiler bizlere olabileceklerin haberini veriyorlar.
Dünya’nın da içinde bulunduğu ve yaklaşık her 26.000 yılda bir gerçekleşen bu döngü, aynı zamanda yeni bir çağın da başlangıcı. Giderek artan bu negatif enerjide her birimizin payı var. Dünya Anne’yi kendi arz talep ve ihtiyaçlarımızı gerekçe göstererek tüketmekteyiz! Yalnızca onu değil, kendimizi de tüketmekteyiz. Yedi milyara ulaşan dünya nüfusu, kapasitesinin sınırlarında dolaşıyor. Doğa verdiğini geri almasını da bilir. Onun yasaları insanların yasalarından kuşkusuz daha güçlü. Bizler ise ancak uyumlanarak var kalabiliriz. Sorunumuz, buna ne kadar uyumlu olduğumuz?
İnsanlık çoğalarak değişti; ancak acaba gelişti mi?
Bu soruyu herkes kendine yöneltir ise, gelişime ne kadar katkıda bulunup bulunmadığını da görebilecektir. Tabii ki, soruyu samimi sorabilmek koşuluyla.
Sizlerle paylaştığım bu ilk köşe yazımda; bu ve buna benzer konuları paylaşacağız. Sizden gelecek sorular da bu paylaşımı daha anlamlı kılacaktır
  Araştırmacı ve yazar Nimet Erenler Gülkökü
                                                                                                           nimet.erenler@hotmail.com

14 Ocak 2012 Cumartesi

Bir Kadın mı Olmak, Bir Dişi mi Kalmak?

Bir Kadın mı Olmak, Bir Dişi mi Kalmak? 

Kadınların eşlerinden, sevgililerinden, erkek kardeşlerinden, babalarından gördükleri şiddet on yıllardır gündemde. Ölen, öldürülen, ağır yaralanan, tacize uğrayan, töre cinayetlerine kurban edilen kadınlar...

Kadın sığınma evleri ve “Kadınlar şiddet görmesin” sloganları ve bu konuyla ilgili sivil örgütler, destek veren sanatçılar, yazılı ve görsel basındaki şiddet karşıtı tüm çabalar öyle görünüyor ki, bir sonuç vermemektedir. Bütün bu çabalara ve alınan yasal önlemlere karşı kadınların muhatap kaldıkları bu sorun azalacağına giderek tırmanmaktadır. Pekiyi, bu kadınların suçu nedir? Biat, itaat ve riayet etmedikleri için midir? Ortada bir kadının eşinden ya da sevgilisinden ayrılma kararı aldığı için öldürülerek intikam almayı gerektirebilecek nasıl bir suç vardır? Pekiyi, bütün bunlar bir seferde mi ortaya çıkmıştır? Elbette ki, hayır. Bu anaerkil süreçten ataerkil sürece geçildiği dönemlerde giderek dejenere olmaya başladığı, uzun bir dönemi kapsamaktadır.

Eğer ortada bir suç var ise ve işlenmişse, önce biz kadınlar kendimize dönüp bakarak bu durumun oluşmasına ne zaman ve nerelerde zemin hazırladık; bu oluşan tohumları ne zaman ektik; dönüp buna bakmamız gerekmez mi? Zira unutmamalı ki, o erkekleri dünyaya getiren de bir kadındır.

Kadın; doğanın yaratıcı gücünün bahşedildiği ve içinde tanrısallığı barındıran en mükemmel varlığıdır dersek, herhalde hiç de abartmış olmayız. Bu, erkeğin önemsizliği anlamında değildir. Erkek de, var olan potansiyeli devinime geçiren bir güçtür. Kadının içinde barındırdığı bu yaratıcı gücünün, aynı zamanda yok edici özelliğini de taşıdığı unutulmamalıdır.

Bir sorunun çözülebilmesi için o sorunu oluşturan nedenleri ve süreçleri bilmek gerekir. Her birimiz yek diğerimizi suçlayarak sorunları çözemeyiz ve çözülmeyecektir de. Kadın, kâdim dönemlerde yaratıcı özelliğinden dolayı tapınılandı. Bu gün hacca giden hacılar Mekke'de Hacer-i Esved taşına alınlarını sürüp öperken aslında kadının yaratıcı gücüne tapınmaktadırlar. Zira secdeye dururken Kıble'ye dönmek, eski Kibele kültünden gelmektedir. Bu çok eski bir tapınma şeklidir. İslam'dan çok eski olmasına rağmen günümüze kadar devam eden bir ibadet şekli olagelmiştir. O halde daha da geriye gidersek; Tanrılar Meclisi'ne bütün dişisel yeteneğini kullanarak girmeyi başaran İnanna'yı görebiliriz.Sümer mitolojisindeki İnanna, Yunan mitolojisinde güzellik tanrıçası Afrodit'e oradan da günümüzdeki barbi bebeklere düşürülmüştür. Oysa tarihte ve mitolojilerde sembolize edilen bir kadın daha vardır ki O, insan-ı beşerin doğumuna aracılık eden Başhemşire statüsündeki Ninhursag'tır. Lakabı “Koca İnek”tir. Bu bilge kadın figürü, Anadolu'da kadın analar olarak devam ederken kendilerine “Hemşire” diye hitap edilirdi. Bu hitap şekline rastlamak hala mümkündür. Ninhursag bir dişi değil bir “Kadın”dır. İnsanlığın gelişimi için kendini adayan bir tanrıçadır. İşte Ninhursag'dan sonra İnanna dünyanın cazibesine kapıldığı gücünü yaşamak uğruna dişiliğini öne çıkarmaktan çekinmemiştir.

Ta o dönemlerde dişi enerjinin tohumları yeryüzünü etkilemeye, sarmalamaya ve bu dişi enerji kendi yörüngesine çekmeye başlamıştır. Artık kadının rakibi kadındır. Oğullar, dişi enerjisi etrafında korunduklarını sevildiklerini sanırken ana tanrıçının isteklerine, tutkularına ve hırslarına hizmet ettiklerinin farkında bile değildirler. Çünkü şeytan en güzel yüzüyle görünmektedir! Bu dişiler oğulların büyümemeleri için onları hep kendilerine muhtaç yetiştirirler. En güzel yemekleri onlar için pişirir, en temiz yatakları onlar için sererler. Bunun adını da sevgi koyarak, bir de borçlandırırlar.

İşte dünya bu dişi enerjiye öyle bir uyumlanmıştır ki, artık bütün gerçeği orasıdır.Çocukluğunu dişi annesinin etkisiyle geçirken büyüdüğünde yerini dişi kadını almıştır.

Her dişi bir kadın değildir. Ancak her kadın içinde dişi yönünü barındırır. Kadın bir kavramdır. Bu kavramı anlayabilmek ve yaşayabilmek için; akıl, bilgi, birikim, deneyim en önemlisi gelişmiş bir bilinç gerektirir. Beraberinde bu bilince taşınabilmek zorlayıcıdır ve emek gerektirir. İşte buna cesaret edemeyen bir dişi, yalnızca tek yeteneğini aktive ederek istediği sonucu elde etmek ister. En ucuz en kolay ve en kestirme yöntemiyle. Sonuçlar ortadadır ve yaşanmakta, yaşatılmaktadır.


Söylenmesi ve yapılması gereken çok şey vardır. Şayet, üzerimize giydiğimiz giysilere gösterdiğimiz ilgi kadar beynimizin gelişmesine özen gösterebilirsek, toplumu saran bu yok edici enerjiyi elbirliğiyle dönüştürebilir ve işte ozaman hakettiğimiz yere kendimizi taşıyabiliriz. Bir Kadınla bir dişi arasındaki en belirgin fark: Bir kadın; üreten, gelişen ve gelişmeye aracılık ederken onursal değerlerini koruyabilendir. Bir dişi; hırs, turku, istek ve arzularına yönelik, yalnızca alacaklarının hesabını yapan ve aslında tükenirken, tüketendir. O nedenle kimseye kızmayalım, kimseye hesap sormayalım. Çünkü kızılacak ve hesap sorulması gereken bizzat içimizde müsade ettiğimiz ve yarattığımız canavarın kendisidir. Bu yazıyı Zen ustasının bir sözüyle noktalıyorum: “Sizin size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi size kimse yapamaz. Şayet yapılmışsa, siz müsaade ettiğiniz içindir.”

Yazan:Nimet Erenler Gülkökü 25 Temmuz 2011
2012 MAYA KEHANETİ GERÇEKLEŞİYOR MU? 
1952 yılında Meksikalı arkeolog Alberto Ruz, yine Meksika'nın Chiapas bölgesinde bir yeraltı mezarı keşfeder. Bilim adamlarına göre bu mezarın Kral Pacal'ın (Pakal) mezarı olma olasılığı yüksek ihtimaldir. Sembollere göre bu kral; Palenque'de doğmuş, 12 yaşında Maya İmparatorluğu'nun başına geçmiş ve 80 yaşına kadar görev yapmıştır. İşte bütün sır kral mezarının bu lahit kapağının deşifrasyonundadır. Lahit kapağında işaret edilen yerler birleştirildiğinde, ortaya şu ifade çıkmaktadır: “4 Ahau 3 Kankin”(Maya takvimine göre). Çevirisi ise (Miladi takvim olarak): “21 Aralık 2012”dir. Günümüzden yaklaşık 3000 yıl önce yazılmış olan bu tarih neden ve niçin verilmek istenmiştir? Acaba gerçekten insanoğluna bir mesaj bırakmak ya da hatırlatmak mı istediler? Kur'an'da geçen ayetlerdeki “Sur'a üflenecektir.” ifadeleri ile Maya kehanetindeki bu hatırlatmanın, çarpıcı bir benzerlik içerdiğini görmemek mümkün değil. Mayalar bu mesajlarıyla kıyamet gününü işaret ederken; Kur'an'da geçen “Sur” içerikli ayetlerde de kıyametin sesle geleceğini işaret eder. Ancak kıyamet; “kıyam”dan gelir. Kıyam ise “uyanma ve ayağa kalkma” anlamındadır. Şayet uyanıp ayağa kalkılamaz ise, işte o zaman kıyamet kopabilir. Peki uyanmak nedir? Bunun “Sur” ile ilişkisi var mıdır? “Sur”; sesi, titreşimi ya da bir frekansı işaret eder ve tanımlar. İşte bu frekansın tam zirvesinde yer almaktayız. Çünkü Güneş Sistemi'miz, Samanyolu Galaksisi'ndeki yaklaşık 26.000 yıllık döngüsünün son evresini tamamlamak üzere girişini yapmıştır. Bundan sonraki süreç ise, tam 2150 yıl sürecektir. İşte bu sürecin adına, Foton Kuşağı denmektedir. Gelen tüm titreşimlere uyumlu bir frekansta olmamak, bu etkilere maruz kalmak anlamına gelebilir. Ancak gelişmiş bilinç seviyesi ile bu frekansa uyumlanmak da mümkün olabilir. Aslında bu bir aydınlanma , uyanma, ayağa kalkma çağına girişin işaretidir. Bu güçlü frekanslardan yerküremiz de payını almaktadır. Son yıllarda tüm dünyada gelişen doğa olayları (depremler, volkan patlamaları, tsunamiler gibi), eksen kaymaları bunun en belirgin kanıtı olmaktadır. Öyle ki, Nasa, 2010 yılını “Dünya Afet Yılı” olarak ilan etmiştir. İnsanlar üzerindeki etkiler ise, foton kuşağının etkilerini dönüştürecek bir bilinç olmadığı için; gelen enerjiye uyumlanamama dolayısıyla giderek artan kin, nefret, öfke, hırs, değerlerin hızla yok olduğu, dejenerasyonun had safhaya ulaştığı ve işlenen cinayetlerin önüne geçilemediği, çıkarlar için yapılan her türlü davranışın kol gezdiği bir hale gelmiştir. Kısacası dünya ve insanlık; kirlenmiş ve kirletilmiştir. Bu kirlilikten nasıl kurtulabiliriz? Bunun için gereken zamanımız kaldı mı? Şayet önümüzdeki 2150 yıllık aydınlanma sürecini iyi değerlendirebilirsek tekamül planında bir sıçrama şansını bulabilir miyiz? Bu her insanın “Ben”i için değil, “Kendi”si için yaptıklarıyla sınırlı olacaktır. Dolayısıyla kendisi için hiç bir şey yapmamış biri, başkaları için bir şey yapamayacaktır. Burada tek çaremiz sistem tarafından unutturulan içsel değerlerimiz ve ruhsal varlığımızın farkına varmaktır. Bu uzun soluklu yolculuk; bilgi, birikim, deneyim, akıl ve idrak ile, gelişmiş bir bilinç ve şuur ilişkisiyle kavranabilir.Bu yönümüzün ortaya çıkabilmesi için bize engel olan tek düşman “Ben”imizdir. Sistem, insanları “Ben”leriyle vurmayı çok iyi bilmektedir! Reklamlar, diziler, moda, vs.. gibi noktalara dikkatlice bakıldığında bu görülecektir. Doğa ve Evren yasaları yaratıcının bir yansıması ise, bütün işaretlerini ayan beyan vermektedir. Gerçekten uyanma ve ayağa kalkma çağı gelmiştir. 2012 yılında tüm insanlığın Dünya'da olma sebeplerini hatırlayıp, ürettikleri değerlerle hayatlarına bir anlam yüklemelerini dilerim. Not: (Geniş bilgi arayanlar için) Yukarıda bahsedilen Sur içerikli ayetler ile Maya Kehanetini anlatan bölüm; kaleme aldığım “ Kur'an-ı Kerim'in Apocrypha'sı” adlı eserde yer almaktadır. Araştırması Yazar Nimet Erenler Gülkökü.
 24.Aralık. 2011
KURBAN GELENEĞİ
Kurban bayramı ve kurban geleneği yaygın olarak İbrahim peygamber dönemine atfedilir. Hikayenin dini literatürdeki anlatımı şöyledir:
İbrahim peygamber ve eşi Sara’nın çok istemelerine rağmen çocukları olmamaktadır. İbrahim ve Sara geçkin yaşlarına rağmen Tanrı, onlarla bir anlaşma yaparak; dilerse onları çocuk sahibi yapabileceğini söyler. Sonuçta Tanrı sözünü tutmuş ve İbrahim’e bir çocuk vermiştir. Ancak bu çocuk Sara’nın isteği doğrultusunda, fakat cariyesi olan Mısır kökenli Hacer’den doğma bir erkek çocuktur. Adı Tanrı tarafından İsmail olarak konulmuştur. Anlamı Arapça “Tanrı duyacak” ya da “Tanrı işitir” demektir. Daha sonra Sara’nın da İbrahim’den bir oğlu olur ve yine Tanrı, ona, İshak ismini verir. Bu ismin anlamı da; “Gülecek”, “Güldü” demektir. 
İshak ve İsmail büyürler. Fakat İbrahim Sara’dan olan oğlu İshak’a karşı ayrı bir sevgi beslemektedir. Zira Sara onun eşi konumundayken, Hacer nihayetinde bir cariyedir. Bir gün Tanrı, İbrahim’in kendisine duyduğu sevgiyi ve sadakati sınama gereği duyar. İbrahim’e en çok sevdiği oğlu İshak’ı kendisine adak olarak adamasını ister. İbrahim, otuzunu aşmış oğlu İshak’ı yanına alarak Tanrı’ya kurban etmek üzere yola çıkar. Hazırlığını tamamlayan İbrahim, tam oğlunu kurban edecekken Tanrı’nın meleği İbrahim’e seslenir: “ İbrahim! İbrahim!”, “Gence zarar verme Ona hiçbir şey yapma. Çünkü şimdi Tanrı’dan korkan biri olduğunu biliyorum. Zira biricik oğlunu Ben’den esirgemedin.” der (Tora 22: 11-12). İşte o zaman İbrahim çalıların arasında bir koç görür. Oğlunun yerine bu koçu kurban eder.
O halde kurban geleneği insanların Tanrı’ya olan sadakatinin bir göstergesi midir? Yoksa Tanrı’nın emrini sorgulamadan yalnızca itaat etmesinin bir ritüeli midir? 
Tarihteki olaylar birbiriyle ilişkili gelişir ve değişir. Şayet Tanrı, İbrahim’den kurban istemiş ise bu geleneğin İbrahim’den öncede olduğunu işaret eden bir durumdur. İlk yaratılan Âdem ve Havva’nın oğulları Habil ile Kabil’in öyküsünü hatırlarsak; çoban olan Habil ve çiftçi olan Kabil, Tanrı’ya sunu götürürler. Habil sunu olarak en besili hayvanı seçerken; Kabil, tarlasından topladığı mahsulün kötülerini götürür. Tanrı Kabil’in sunusunu kabul etmezken, Habil’in kurbanını kabul eder. Bunu kıskanan Kabil, Habil’i öldürerek cinayet işler.
Bu metinler bize kurban geleneğinin İbrahim peygamberden daha eski olduğunu göstermektedir. Pekiyi, biraz daha gerilere gittiğimizde karşımıza ne çıkmaktadır? Sümer tabletlerinde insanın yaratılış anlatısında “bir Tanrı kanını akıtsın” ifadesiyle karşılaşıyoruz. Bir damla kan, bir insanın tüm özelliğini barındırır. ( Sümer tabletlerinde yaratılışı anlatan bölüm Kur’an-ı Kerim’in Apocrypha’sı adlı kitapta yer almaktadır) Aztek geleneğinde Tanrılara insan kurban edilmiştir. Bu tamamen yanlış bir anlamanın sonucudur. Kendi yaradılış öyküsünü dinleyen ve öğrenen insanın da, tıpkı tanrısı gibi kan akıtarak minnetini anlatma ihtiyacı duymuş olması olasıdır. Ancak İbrahim peygambere gönderilen koç; yalnızca hayvanın Tanrı’ya kurban edilerek olası bir yanlış davranışın önene geçecek sembolik anlatımı içermektedir. İşte Aztekler’in, Tanrı’ya insan kurban etmeleri bu yanlış anlamanın sonucudur. Tanrı’nın, kesilen bu kurbandan bir damla kan alarak kurban sahibinin alnına sürmesi ise; “ bir Tanrı kanını akıtsın” ifadesinin karşılığı olan sembole dönüşmüştür.

Yazan: 
Nimet Erenler Gülkökü 07. Kasım 2011

Röportaj: Antropolog Evren Bayramlı
Editör: Feryal Çeviköz

Kadim Bilgiler ve Kur'an


            Bir anlamı da Kelam-ı Kadim olan Kur-an'ı Kerim'de, “biz size bu bilgiyi yeniden hatırlayasınız diye indirdik” der. Acaba bu kadim bilgilere ulaşma yolunda Kur'an’ı farklı bir farkındalık içinde mi okumak gerekiyor? Onun içinde gizlenmiş bilgilere vakıf olmanın yolu nedir? İslam aleminin kutsal kitabına farklı bir açıdan bakan bir yazarla konuyu gündeme taşıdık.
            Kur'an-ı Kerim'in Apocryha’sı'nın yazarı Nimet Erenler Gülkökü ile Antropolog Evren Bayramlı'nın yaptığı röportajda, Gülkökü, Kur’anı okudukça aslında içinde gizlenmiş ayetlerin üstünün örtüldüğünü gördüğünü ve bunu fark etmesine, mistik eğitimiyle araştırmalarının katkısı olduğunu belirtiyor. Yazar, birbiriyle çelişen bazı ayetlerin, sanki kasıtlı olarak Kur’an’ın anlaşılmasına engel olduğunu vurguluyor.
            Nimet Erenler Gülkökü, 1965 Nazimiye (Elazığ) doğumlu. Doğu kültürüyle yoğrulmuş bir ailenin içinde büyüyen yazar aynı zamanda Şamanik geleneklerine de bağlı bir babaannenin yorum ve ritüellerinin izlenimiyle örülü bir çocukluk süreci yaşamış. 14 yaşına dek de bu Şamanik babaannenin doğaya ve yaşama bakışı ve bu bakışın günlük hayata yansımalarını deneyimleyerek büyümüş. Yazar o yaklaşımların kendisini çok düşündürdüğünü, hatta çoğunlukla anlamadığı halde bu ortamın, onun ruhsal şuurunu koruyucu bir işlevi olduğunu belirtiyor. Gölkökü, kitabını yazış süreciyle ilgili olarak; “Daha sonra bu ruhsal şuur arayışım devam etti. İçimdeki kendini bilmeye yönelik sesin peşine düştüm. 2002 de karşılaştığım bir Zen Ustası’ndan ezoterik bilgiler ve bunun yaşama uyarlanma şekillerini öğrendim ve öğrenmeye de devam etmekteyim. Yaklaşık üç yıldan beridir bu bilgiyi yüz yüze aktarıyorum ve öğretirken öğreniyorum.” demekte.

Sayın Nimet Erenler, sizi bu kitabı yazmaya iten etkenler nelerdir ve yazarken neler yaşadınız?
Yıllar önce Kur’an-ı Kerîm’i okumak istesem de anlayamadığım için kapatmıştım. Sonraki yıllarda tekrar denemiş olsam da bu kez de tamamını bitirememiştim. Yapmış olduğum bir sunum çalışması nedeniyle ki konusu İslam Dîni’nde Kur’an-ı Kerîm’in Apocryphası’ydı - bu çalışma, Kur’an-ı Kerîm’in Apocrypha’sı adlı kitabı yazmama neden oldu. Çünkü Kur’anı okudukça aslında içinde gizlenmiş ayetlerin üstünün nasıl örtüldüğünü gördüm. Bunda mistik eğitimimin ve araştırmalarımın büyük katkısı oldu. Birbirini çeliştiren ayetlerin adeta kastedilerek Kur’an’ın anlaşılmasına mani olunduğunu fark ettim. Örneğin kuranın bir ayetinde “dinde baskı yoktur” derken - bu bölüm kitapta geçmektedir - diğer bir ayette “kafalarını çatlatırcasına tebliğ edeceksin” diye bir zorlama vardır. Bu birbiriyle çelişen âyetlerin örneklerini çoğaltmak mümkün. Ancak amacımız, bu çelişkiler üzerine olmadığı için, bu konuyu detaylandırmıyorum. Zira bu kitabın amacı “kur’an’ın anası” olan kozmik ayetlerin anlaşılmasıdır.

Bu kitaba ezoterizm açısından bakıldığında değeri ve anlamı nedir?
Sorunuz için teşekkürler, Kur’anı Kerim’inbir diğer anlamı da Kelam-ı Kadîm’dir. Kelam-ı Kadîm, kadim sözler yani eski sözler demektir. Kuran’ın içinde, “biz size bu bilgiyi yeniden hatırlayasınız diye indirdik”, “onlar eskilerin sözleridir” şeklinde açıklamalar yer almaktadır.

Kitabınızda, “Mitler, pek çok konuda tarihsel gerçekliği kavramak adına son derece önemli veriler içerir. Ancak bu anlatıların süreç sürtünmesi ile aşınmaya uğramış olabilirliğini de dikkate almakta fayda vardır.” Diyorsunuz. Ezoterik bilgi için de aynısından bahsedebilir miyiz?
Ezoterik bilgi evrensel bir bilgi olduğu için sürtünme yasasına tabi değildir, çünkü o zaman boyutundadır yani Levh-i Mahfuz’dur, aslı oradadır. Oysa mitolojiler, kelime düzeyine inmiş nesilden nesile aktarılmış, aktarıldığı sürede sürtünme yaşadığı için aşınmıştır. Bununla beraber mitolojiler önemini korumaktadır. Çünkü içimizdeki bilgiye ulaşabilmek için anahtar görevi üstlenmektedirler.

Kur’an-ı Kerim’de eskilerin sözlerinden bahsedilmesine rağmen aynı zamanda yeni bir buluş olarak sunulan sicim teorisinden de bahsediyorsunuz. Eski ve yeni… Bunlar nasıl oluyor da aynı kitapta geçiyor?
Kur’an’da“Biz sizin gözlerinize bir perde indirdik” ifadesi, bugünkü bilimin keşfettiği sicim teorisini incelediğinizde birbiriyle ne kadar örtüştüğünü görebilmekteyiz. Sicim teorisi, membran olarak da geçer ki bu zar anlamına gelir. Maddenin, görünenin ardındaki görünmeyen yönüdür. Bu konuyla ilgili detay bilgi, kitapta yer almaktadır. Kuranın içinde de kozmik ayetler olduğu için orada da yer almıştır.

Kitabınızda, Kur’an’ın ifadelerini Gılgameş Destanı’ndan Hanok’un kitabına kadar bir çok konuyla ilişkilendiriyorsunuz. Belli bir ezoterik bilgi olmadan Kur’an’ı anlayabilmek mümkün değil mi?
Mümkün değil. Çünkü bilgi sahibi olmadan anlaşılamaz. Ezoterizmde, en az 17 bilim dalında birikiminizin olması şartını gerektirir, zira kadim dönemlerde mistizm, ancak bilge insanların taşıdıkları ve aktardıkları bir bilgiydi. Bugün tüm bilim dalları bu bilginin parçalanmış halleridir. Ondan dolayı herhangi bir konudaki bölümü bir kişi yaparken, diğer taraf hep bozulmak durumunda kalır. Örneğin, mideniz hastaysa, aldığınız ilaç tedavisinin yan etkileri göz ardı edilir ya da ruhsal durum göz ardı edilerek tedaviye devam edilir. O nedenden dolayı sağlıklı bir sonuca ulaşılamaz.

Kur’an’daki Kıyamet ile Foton Kuşağı etkisini de ilişkilendirmişsiniz. Bu süreçte yapılması gereken nedir?
Kuran’da Surla ilgili ayetlerde, son kıyametin sesle geleceği bildirilir. Aslında ses, bir frekans, bir titreşimdir.1962 yılında girilen Foton Kuşağı’nın ilk evresi, içinde bulunduğumuz günlerde zirvesini yapmaktadır. Dolayısıyla bu enerji kuşağının (bu vibrasyonun) yarattığı etki, insanlar üzerinde katlanarak devam ettiği fark edilir haldedir. Örneğin gazetelerdeki cinayet haberleri, insanların tatmin olmayan duyusal istek ve arzuları, hırs, nefret ve öfkenin arttığı, tahammülün giderek azaldığı, onursal değerlerin yerlerde süründüğü televizyonlarda dahi birbirine hakaret içeren üslupta davranan insanların oldukça rahat olmaları, açık örneklerdir.

Bu bahsettiğiniz konu bir kâbus senaryosuna benziyor oysa foton kuşağı, iki sarmallı genetik yapıdan 12 sarmallı bir genetiğe geçişin müjdesi gibi anlatılıyor. Burada bir çelişki yok mu?
İlk cümlelerimde, her ne var ise bunun katlanarak artacağını söylemiştim. Bu bilinç seviyesi ile ilgili bir durumdur. Eğer siz kendiniz için hiçbir yatırım yapmamış iseniz bugüne kadar ve salt dünyasal platformda yüzünüz dünyaya dönük bir bilinç seviyesinde yaşamış iseniz bu da katlanarak artacaktır. İşte toplumdaki bu fark bundan dolayıdır. İnsanlar adeta ikiye ayrıldılar: Negatif ve pozitif.

Kur’an’daki Allah bir yaratıcı mıdır yoksa putlardan ya da diğer ilahlardan birisi mi?
Allah; Allat ve El-İlah’tan gelir. İlahların en büyüğü anlamındadır. Bir yaratıcının tanımlanamaz olması akla daha uygundur. Yaratıcıyı bizim var etmemiz, ondan daha üst bir bilinçte olduğumuzu gösterir. Benim böyle bir yetkim yok.


Kitabınızda dişi-erkek, kadın-adam ayrımından bahsetmişsiniz. Âdem ve Havva’ya dişi ve erkek, Ninhursag’a da Kadın diyebilir miyiz?
Güzel bir soru- evet. Dişilik ve kadınlık kavramı, yine Sümer dönemine gittiğimizde 12 li tanrılar meclisinde yer alan Ninhursag’ın kadın kavramını bütünlediğini görüyoruz. Oysa Ninhursag’dan sonra gelen ikinci kuşaktaki ay tanrısı Sin’in kızı İnanna’da dişilik faktörünün öne çıktığını, iktidar hırsının güçlendiğini, yine Sümer tabletlerinde görebilmekteyiz. Bugün hala Anadolu’da var olan koca anne, Ninhursag, hemşire olarak anılmaktadır. Yani Anadolu erkeği, bir kadınla karşılaştığında ona ismiyle değil, hemşire hanım diye hitap eder. İnanna’nın hükmü ise, Afrodit’e taşınmış ve kadın olma, dişiliğe düşürülmüştür. Bu, insanlığın başına dert açan bir hale dönüşmüştür. Kadının rakibi, kadındır. Sistem, kadın üzerinden tüketimi, üremeyi güçlendirirken, ins-ân’lığı ve doğayı tüketmektedir. Kitabın üzerindeki nar ve vesica pistis sembolü, kadın olma bilincine bir davettir. Ancak bu şekilde insanlık, bu kirlenmişlikten arınma şansına ulaşacaktır. Kibele enerjisi, üreme, hırs, nefret, öfke, yok etme, tüketme, geriletme ise, Kıbâle enerjisi, sükûnet, dinginlik, bereket, çoğalma, gelişme, genişleme, dönüşüm içermektedir.

Kur’an’ın iktidar ve siyaset aracı olarak kullanılan bir ortamda böyle bir konuyu gündeme getirirken hiç korkmuyor musunuz?
Neden korkayım? Korkmam için kendimden emin olmamam gerekiyor. Yazdıklarımın hepsinin dayanağı vardır. Yaptığım çalışmanın bir insan olarak onurlu olduğunu düşünüyorum. En azından Kur’an’ı okuyup anlamak isteyenlere saygılı davrandığım fikrindeyim. İnanç sahibi olanlara onların kendilerine duydukları saygıdan daha çok saygı duyduğumu düşünmekteyim. En başta kendime saygı duymaktayım. Korkulması gereken bir şey yok. Anlayabilmek için ise çok şey var!

Bu Ropörtaj 3. Göz Dergisi'nin Şubat Sayısında Yayımlanmıştır.